Osmanlı Hikayeleri

Abdestsiz nöbet tutmam
Adam
Akibet görürsün hele Ferhat
Aklıma gelmedi
Aldığımız fiyata
Alın terinde bereket vardır
Ali Onbaşı
Allah ne derse öyle olur
Ancak İstanbul Kadısı Olursun
Ancak ondan anlar
Aptalların dalkavukluğu
Artık göç vakti geldi
Asil ruh
Aşçılıktan yetişen vezir
Ateşten bir yer talebi
Atla ne konuştu
Avustralya'nın İlk Resmi Savaşı
Ayrılık çeşmesi
Bana bir tüfek verin
Bana burada iş yok
Ben bir kasabayı alana kadar
Ben nasıl biri iki eyledimse
Ben siftah ettim
Bendeniz biperva geçerim
Benim dahi muradım odur
Benim düğünüm gibi bir düğün
Benim gözüm göreceklerini gördü
Benim milletimin ocağı yanıyor
Benim peygamberim beni kurtarır
Benimle padişahımın arasına
Beşyüzbeş kuruş
Bir avuç bulgur
Bir def-i hacete bile değmeyen
Bir dirhem bal için
Bir manastırın idaresi de iş mi?
Bir Musa  iki firavuna ne yapsın?
Bir Efendiliği var ki
Bir salkım üzüm
Bir yüz karası
Bizim cehaletimizi anlarlar
Borcun vadesi
Boynuzsuz koç
Böyle Deftardar Gerekmez
Bu Devlet-i Aliye öyle bir devlettirki
Bu Ecel Teridir
Bu Ne Müfsidane Tekliftir
Bulgar Pehlivanı
Bunca pisliği neresinden çıkarıyor?
Buyrun cenaze namazına
Cami ve Kilise
Can çekişme
Casus her şeyi görsün
Cesedi de Gregoryenlerin olsun
Ciğer paresi ciğer yaresi
Çal çoban çal
Çapanoğlu gibi arkan var
Darı Ekmek
Değil bir yabancı için
Değirmen Taşı
Denize düşen yılana sarılır
Derya üzre cami
Devlet adamı iki yüzlü olmaz
Dilekçesi Sırtında
Din ve devlet uğrunda ölmeye geldiler
Dörtyüz kese altın
Doğru yoldan ayrılmamak
Doğrusu bu ateş bin altına değer
Doğum
Dürüstlüğün bedeli 
Eğer biz padişah isek
Ellisinide ona vurun
Emniyetli bir kişisin
Eşekler neyin nesi
Fransızlar korkak ademdirler
Gece yarısı doğurmasın
Gelin Alayı
Geri kalanları da say, vereyim
Geri verilen yemin
Git şu paşaya sor
Hepbir ağızdan konuşmayın
Hepsinden daha samimi
Herkes yediğinden ikram eder
İki haklı olursa
İki arslan karşı karşıya
İki Yusuf'un Hikayesi
Kamil eşek
Kamuoyu
Kapı gıcırtısı
Karınca
Kaz Göndersem Yolarmısın
Kavuk yerine miğfer
Kimin abdesti var ki
Kolayı var
Kuyumcudan sopa yiyen şehzade
Macar Subayının Kızı
Mahkemeye hazırım
Masrafsız hayat
Mumla ararsın
Nasıl olsa gülemez
Neden gülmemiş
O Sahibine teslim oldu
O su içerken bile besmele çekmez
Okuyup yazma bilmediğin halde
Okuryazar
Osmanlı Donanması
Osmanoğlunun Ölüsünden Böyle Kaçarsın
Parlayan Kılıç
Sakalını un çuvalı dibinde ağartmışsın
Sen Bunu İte Yalattın
Sen Yanlış Yere Gelmişsin
Seni dervişliğe kabul etmem
Senin Karlarını Uludağ'a Toplattım
Sır Saklamasını Bilirmisiniz?
Siz Henüz Kutunun Zarfını Açtınız
Size Naklediyor muyum?
Size de Yemin Ettirdi mi?
Sultan Elimize Su Döküyor
Şahitliği Kabul Edilmeyen Padişah
Şehid Oldu İki Gâzi
Tazıya Muska
Töredir Han'ım
Tövbe et çünkü ölümün yakındır
Uğursuzluk
Unutulmaz bir iftar çilesi
Üçünüzü de Öldürsün de Bizi Kurtarsın
Üstelik de kırmızı şemsiye!
Valide Suyu
Viyanaya Soralım
Vükela Meclisinde de Böyle Oluyor
Ya benim imzam onun yazısının altında ...
Yemin Edeceğim
Yoksa Sefir Olurdum
Yunan Subayı ve Pir Emir Sultan
Yunan Yerine Yunmayan
Zağarlar



Abdestsiz nöbet tutmam
Osmanlı Hikayeleri

Sultan İkinci Abdülhamid Han zamanında, Sarayda gece gündüz nöbet tutan hassa askerleri vardı. Bu nöbetçilerin geleneksel olarak geceleyin bir seslenişleri yankılanırdı etrafta:

- Kimdir o?

- Kim var orda?.. Hiç kimse yoktur ama onlar sanki birilerini görüyormuş gibi, belli aralıklarla hep seslenirlermiş... Böylece devamlı uyanık durduklarını ve vazife başında olduklarını duyururlarmış. Ayrıca bu askerler her saat başı nöbeti başka arkadaşlarına devrederlermiş. Bir gece, yine nöbet yerinden sesler duyar Padişah:

- Kimdir o?

- Kim var orda?..

Aradan 1 saat geçmesine rağmen, yine aynı ses bağırır:

- Kimdir o?

- Kim var orda?..

Padişah'ın dikkatini çeker. Bu ses, bir saat geçtiği halde değişmemiştir. Halbuki her saat başı nöbetçi değişmelidir. Bir müddet bekler ve tekrar sese dikkat kesilir. Hayret, ses önceki sestir. Nöbetçi niçin değişmemiştir? Sultan Abdülhamid Han, hemen ilgilileri çağırtır ve durumu öğrenmek istediğini söyler. Çünkü kendisine karşı düzenlenmiş müthiş bir bombalı suikasttan kıl payı kurtulmuştur. Ve bu olay daha çok yenidir. Acaba yine bir Ermeni oyunu mu tezgâhlanıyor?
Biraz sonra saatinde değişmeyen nöbetçi, Padişah'ın huzurundadır. Heyecan ve korku ile yüzü yerde beklemektedir.

Padişah sorar:

- Sen kaç saattir nöbettesin?

- Bir buçuk saate yaklaştı, Hünkârım.

- Niçin saat başında vazifeni devretmedin?

- Hünkârım, benden sonraki arkadaş rica etti, onun yerine de nöbet tutuyorum.

- Niçin? Neden usulü çiğniyorsun?

O yiğit Mehmetçik utançla indirir mübarek başını. Ürkekliği iyice artar, söylemek istemez. Fakat Padişah'ın ısrarı üzerine şöyle konuşur:

- Padişah'ım, benden sonraki nöbetçi ihtilâm olmuş. "Ben bu halde iken Halife-i Müslimîn'in korunmasında vazife alamam. N'olur, sen benim yerime de nöbet tut, sonra da ben senin yerine tutarım" dedi. Ben de kabûl ettim.

Mehmetçiğin bu inceliği Sultan Abdülhamid Han'ın çok hoşuna gider. Sabahleyin hemen gusülsüz nöbet tutmayan askeri huzuruna getirtir. Geceki davranışından duyduğu memnuniyetini ifade eder.

Adam
Osmanlı Hikayeleri
Ayasofya Câmii’nin yanında kendi adına bir medresesi bulunan Câfer Ağa, ahbaplarını evine dâvet etmek için uşağını birine yollamış... Uşak adamın evine varmış, kapıyı sür’atle çalarak.

-Kalk, kalk; hemen toparlan... Ağa seni istiyor!” şeklinde kaba davranışlarda bulunmuş,

Adam:

- Ağanın bana gönderecek bir adamı yok muydu ki, senin gibi bir eşeği yolladı? deyince, uşak cevabı yapıştırmış:

- Câfer Ağa diğer adamlarını öteki “adamlara” gönderdi. Beni de “sana” yolladı!

Akibet görürsün hele Ferhat
Osmanlı Hikayeleri
Evliyaullah'a pek yüksek bir hürmet ve bağlılık gösteren Yavuz Sultan Selim Han'ın kendisi de hiç şüphesiz babası gibi Allah'ın has kulu idi. o'nun, Allah'a kurbiyetinden dolayı keramet nev'inden pek çok davranışlar ortaya koyduğu tarihi gerçekler arasındadır. Şöyle ki:

Yavuz, bir gün divandan içeri hiddetli bir şekilde girmişti. Elbisesini dahi değiştirtirmeden bir müddet odada dolandı ve kendisini kızdıran şeyi mırıldanıp durdu. Meğer Ferhat Paşa'nın İskender Çelebi'yi olur olmaz koruyup kayırmasından gazaplanmıştı. Çünkü aralarındaki dostluktan başka şeyler de sezinlemişti. Sonunda yüksek sesle şu sözleri sarfetti:

- Akibet görürsün hele Ferhat! Sen şimdi İskender'i koruyup duruyorsun, ama bu korumaktan ne fayda çıkacağını inşeallah birbirinize karşı asıldığınız zaman görürsünüz!..

Gerçekten de aradan seneler geçti ve Kanuni Sultan Süleyman devrinde bu iki şahıs, Selim Han'ın geleceği görmüşçesine dediği gibi işledikleri cürümlerden dolayı karşı karşıya asıldılar.

Aklıma gelmedi
Osmanlı Hikayeleri

- Müslüman olduğunu niçin söylemedin? diyince:

- Sus be kardeş aklıma gelmedi, demiş.

Aldığımız fiyata
Osmanlı Hikayeleri
27 sene süren kanlı savaşlarla alınan ve uğrunda 50.000’den fazla şehid verilen Girit Adasında, tam 200 sene sonra, Yunanlıların ve batılı devletlerin kış kırtmaları neticesinde isyanlar başladı. Hatta yerli Rumlar 2 Eylül 1866 günü adayı Yunanistan’a ilhak ettiklerini ilan ettiler. Bunun üzerine Osmanlı hükûmeti bu isyanı bastırmak için hemen adaya askeri birlikler gönderdi. Bu sırada Paris’te Milletlerarası fuar açılışı vardı ve bu münasebetle Fransa İmparatoru III. Napolyon, Sultan Abdülaziz’i de davet etmişti. Abdülaziz Han, bu daveti kabul etti ve Osmanlı tarihin de ilk defa yurt dışına resmi gezi yapmak üzere 21 haziran 1867 günü İstanbul’dan hareket ederek vapurla Fransa’nın Marsilya şehrine, oradan da trenle Paris’e gitti. Yanında Sadrazam Keçecizade Fuad Paşa da bulunuyordu. III. Napolyon, Abdülaziz Han’ı büyük bir merasimle karşıladı. Birkaç gün sonra padişahın şerefine bir ziyafet verdi. Bu ziyafet esnasında bir ara Fuad Paşa, III. Napolyon’a, Yunanlıların Girit’te alçakça hareketlerinden ve kanlı savaşlardan bahsedince III. Napolyon:

-Paşa Hazretleri, başınıza dert olan şu adaya müşteri bulup satsanız olmaz mı? diyerek nükte yapmaya kalkışınca,

Fuad Paşa:

-İmparator Hazretleri, bu güzel bir fikir, deyince III. Napolyon:

-Öyleyse kaça satarsınız? dedi.

Fuad Paşa, bu suale karşılık, İmparatorun suratına şamar gibi inen şu cevabı verdi:

-Aldığımız fiyata Ekselansları...III. Napolyon beklemediği bu cevap karşısında şaşkına dönerek susmayı tercih etti. Çünkü Girit’in 27 sene süren kanlı savaşlarla Osmanlı’nın kanı pahasına alındığını biliyordu.

Alın terinde bereket vardır
Osmanlı Hikayeleri
Sultan I. Mahmud boş zamanlarında kuyumculuk yapar, yaptıklarını sattırır, elde ettiği birkaç kuruş kâr ile de ufak tefek ihtiyaçlarını temin ederdi. Bundan da büyük bir haz duyardı. Yine birgün kuyumculuk ederken vezirlerden biri onun yanına yaklaştı ve:

“Niçin böyle zahmet edersiniz?” deyince Padişah:

“Bre ne yabana söylersiz! Milletin hazinesini, milletin ihtiyaçlarına sarfetmek gerekdir. Saniyen, insan olana durmadan çalışmak gerekdir. İnsanın çalışıp alın teri dökerek kazandığı paranın zevki başkadır. İçinde alın teri, göz nuru bulunan kazanç helal olur. Böyle kazancın tadı, beti ve bereketi olur” dedi.

Ali Onbaşı
Osmanlı Hikayeleri
I. Dünya savaşında, Osmanlı Ordusunun savaştığı cephelerden biri olan Galiçya’da, Ruslarla burun burunayız. Meşhur 15 Eylül 1916 taarruzuna hazırlık yapmakta olan sahra bataryalarımızdan biri, eteklerini saran bodur çalılıklar içinde yükselen çam ağaçlarıyla dolu olan Ulu Dağın tepesine bir gözcü göndermek mecburiyetinde...

Gözcü, bu tepenin arkasında mevzilenmiş olan Rus askerinin durumunu, siperinden hücuma geçtiği takdirde uzanıp giden sırtın üzerindeki irili ufaklı tepelerin hangisinin arasından geçebileceğini, dalları arasında saklı bulunduğu bir çam ağacının tepesinden telefonla bildirecek. Tabii, kaderde tepenin arkasında mevzilenmiş ve her an dağın tepesinde bir Osmanlı hücumu için dikkat kesilmiş olan Rus askerinin kurşun yağmuruna hedef olmak da var. Batarya kumandanı sordu:

-Bu fedakarlığı, gönüllü olarak gösterecek?

-Ben hazırım kumandanım!..

Herkesten önce ortaya atılan Kayserili Ali Onbaşı, elindeki telefonu ve bir kucak kablosu ile, kumandanı ve arkadaşlarına veda ederek, öbür tarafı meçhul olan tepeye doğru tırmandı. Her tarafı görebilecek bir yere kadar tırmandıktan sonra, tepeye hakim bir çam ağacının file kadar sık dalları arasına yerleşerek telefonunu kurup, aşağıdaki bataryası ile irtibatını sağladı.

Ne var ki, Ali Onbaşı geç kalmıştı. Onun, dalları arasında saklandığı çamın üç yüz metre yakınına kadar tırmanmış olan Rus bölüğü, birkaç dakika sonra bulunduğu yeri tutacak ve Ali Onbaşıyı, hiç olmazsa telefonunu kablosunu görerek kıskıvrak yakalayacaklardı... Bu durumu olduğu gibi kumandanına bildiren Ali Onbaşı, Rus birliğinin yaklaştığını fakat yerini asla bırakmayacağını telefonun ahizesine fısıldadı ve ilave etti:

-Kumadanım, şimdi vereceğim mesafeye bataryanın namlusunu çevirin ve bütün kuvvetinizle yüklenin. Bana gelince, şu anda hayatımın en mesut dakikalarını yaşadığıma inanıyorum. Çünkü bu çam ağacının dalları arasında ben, iki büyük şerefte birine namzedim; ya şehid, yahut gazi olmak!..

Dağın eteklerine kadar uzanan tarlaların içindeki dikenlerin arasında saklı duran 4 bataryaya kumanda eden Yüzbaşı, ona, gayet sakin konuşmasını, hatta mümkünse sıyrılıp aşağı inerek kendisini kurtarması için daha emin bir yere gizlenmesini bildirdiyse de Ali Onbaşı:

-Merak etme kumandanım, bu tehlike benim için asla mühim değil, dedi ve şunları ilave etti:

-Peygamber Efendimiz şehidliği o kadar yüksek bir makam olarak ilan etmiş ki, bizzat kendileri bile vefat ettikten sonra yeniden dirilerek tekrar şehid olmayı arzu ettikleri ni beyan buyurmuşlardır.

Ali Onbaşının, Yüzbaşının gözlerini yaşartan bu cümleleri burada kesildi. Ne kadar uğraşıldıysa da, tek kelime ses alınamadı. Bir müddet hayat işareti bile görülemedi. Neden sonra Batarya kumandanının telefonu arı vızıltısına benzeyen işaretini verdi:

-Alo! Kumandanım siz misiniz?

-Benim Ali Onbaşı, ne oldu öyle birden susuverdin?

-Kumandanım, ben sizinle konuşurken, dalları arasına saklandığım çamın dibine Rus askeri geldi.

-Sonra?

-Burada birer sigara sardılar. Ne konuştuklarını anlayamadım, fakat sizin durumunuzu çalıların arasından iyice tetkik ettikleri muhakkak. Ben de Alay Müftüsü dedemin yaptığı gibi Fetih suresini okumaya başladım. Tam sure biterken onlar da kalkıp, 200 metre sağımda mevzilenmiş olan Rus birliğine doğru gittiler. Zannederim, en çok yarım saat içinde taarruza geçecekler...İşte kumandanım! Rus bölüğü mevzilerinden çıktı bile, kapalı ormanda ilerliyor. Şimdi mesafe veriyorum, dikkat edin..

Ali Onbaşı, müthiş bir soğukkanlılık içinde, batarya toplarına mesafe tahminini bildirdikten sonra, ortalığın sessizliğini Türk bataryalarından bir topun gürültüsü ansızın yırtıverdi. İlk mermi, orman içinde sessizce ilerleyen Rus bölüğünün önüne düşmüştü. Rus kumandanı bunu bir tesadüf sandı. Çünkü, bir Müslümanın, hayatı pahası na da olsa, hemen yanlarındaki bir ağaçta bulunabileceğini aklına bile getirmemişti. Ali Onbaşı tekrar mesafe verdi:

-Kumandanım elli metre daha uzatın! İkinci gümbürtünün dağlara doğru yayılan aksi sadası henüz bitmemişti ki, Ali Onbaşının sesi tekrar duyuldu:

-Kumandanım tam isabet, bütün batarya aynı hedefe!..O gün ikindiden sonra başlayan 15 Eylül taarruzu, ortalığı karanlık kaplayıncaya kadar devam etti. Ne var ki bir ara:

-Kumandanım, benim çamı kollayın! Dediği duyulan Ali Onbaşıdan ses seda kesildi. En tehlikeli anlarda bile namazını bırakmayan, Alay Müftüsünün torunu Ali Onbaşının akıbetinden endişe eden kumandanı, onun için sabaha kadar gözyaşı döktü. Henüz şafak sökerken, bataryası ile birlikte allak bullak ettiği dağın eteklerine doğru tırmanarak onu aramaya başladı. Fakat az ileride onu görünce büyük bir sevince kapıldı. Kumandanı, Ali Onbaşıyı ne vaziyette buldu dersiniz?

Bir şarapnel parçası darbesiyle elinden fırlayan telefon kutusunu kaybedince, sabaha kadar çam ağacının dalları arasında sabırla bekleyen Ali Onbaşı, gözünün önü aydınlanır aydınlanmaz, güllenin açtığı çukurların birinden fışkıran sulardan abdest alarak namaza durmuştu. O, bizim hissedemeyeceğimiz derin bir manevi haz ve huşû içinde sabah namazını eda ediyordu.

Allah ne derse öyle olur
Osmanlı Hikayeleri
Çanakkale harbinin devam ettiği günlerde bir Ramazan arefesiydi. Cephe kumandanı Vehip Paşa 9. Tümenin genç imamını çağırarak mahzun bir şekilde istemeye istemeye şöyle dedi:

- Hafız! Yarın Ramazan Bayramı. Asker toplu olarak bayram namazı kılmak istiyor. Ne dediysem, vazgeçiremedim. Ancak böyle bir şey pek tehlikeli, yani düşmanın arayıp bulamayacağı toplu bir imha fırsatı olur. Münasip bir dille bunu etrafa sen anlatıver!...

İmam Efendi, Paşanın yanında henüz ayrılmıştı ki karşısında nur yüzlü bir zat çıktı ve:

- Oğlum sakın ola askerlere bir şey söyleme, gün ola hayr ola. Allah ne derse öyle olur, dedi.

Ertesi sabah herkesi hayrette bırakan ilahi bir tecelli yaşandı.  Gökten hevenk hevenk bulutlar indi ve gönlü Allah'a kulluk aşkıyla dopdolu olan mü'min askerlerin üzerini kapladı. Onları dürbünle gözleyen düşman kuvvetleri artık bembeyaz bulutlardan başka bir şey göremez oldu. O sabah bambaşka ve manevi bir heyecan içinde kılınan bayram namazında alınan gür tekbirler dalga dalga semaya yükseliyordu. Nur yüzlü ihtiyar zat Fetih Suresi'nden bir kısım ayetleri tilavet ederken askerlerin gönüllerinden taşan kelime-i tevhid sesleri birer iman sayihası halinde düşman saflarından bile duyulmakta idi. İşte bu esnada İngiliz kuvvetleri arasında büyük bir kargaşa baş gösterdi. Zira çeşitli İngiliz sömürgelerinden kandırılarak toplanıp getirilmiş bulunan bir kısım Müslüman askerler yine kendileri gibi Müslüman bir toplulukla savaştıklarını, işittikleri tekbir ve tevhid seslerinden anlamış ve bunun üzerine isyan etmişlerdi. Ne yapacağını şaşıran zalim İngilizler, onların bir kısmını kurşuna dizdi. Diğerlerini de alelacele cephe gerisine çekmek zorunda kaldılar.

Ancak İstanbul Kadısı Olursun
Osmanlı Hikayeleri
Çivizâde, 1545 senesinde Rumeli kadıaskeri olunca, Şâh Muhammed Çelebi'nin Sirâciyye Medresesine tâyin edilmesi için pâdişâha arz edip, onun iyiliğinden bahsederken;

-Bu hakîrin mülâzimi olmasından başka hiçbir aybı yoktur, dedi.

Bunun üzerine pâdişâh, Çivizâde’ye iltifât edip;

-Efendi! Yalnız sizin talebeniz olması ona şeref olarak yeter, dedi.

Çivizâde bunun üzerine;

-Saâdetli pâdişâhım, iki mülâzimim vardır. Biri Şâh Muhammed Çelebi, diğeri de Kınalızâde Ali Çelebi’dir. İki gözüm gibidirler. İkisinin birbirinden farkı yoktur, dedi.

Kânûnî Sultan Süleymân, Nahcivân seferine çıkacağı zaman, Mihrimah Sultan Medresesi ne Bağdâdîzâde Hasan Çelebi’nin müderris tâyin olunacağı arz edilince, kabûl etmeyip;

-Bu medrese, Şâh Muhammed Çelebi’nin yeridir. Başkasına verilirse kapatır veya dergâh hâline getiririz, dedi ve Şâh Muhammed Çelebi’ye iltifât etti.

Şâh Muhammed Çelebi, bu medresede ilim öğretip Kur’ân-ı kerîmin hakîkatlerini anlatmaya çalıştı.

Nakledilir ki: Bâzı dostlarına;

-İnşâallah İstanbul kadılığına kadar ulaşacağım, derdi.

-Nereden biliyorsun? diye sorduklarında;

-Yirmi beş akçe ile Sirâciyye Medresesinde vazifeli iken, kadıaskerliğe mürâcaat etmiştim. O gece rüyâmda, hocam Çivizâde'yi gördüm.

Dedi ki:

-Düşündüğünden vazgeç. Ancak İstanbul kadısı olursun.

- Merhumun sözünde hilâf ve vâdinde durmaması olmazdı, dedi.

Ancak ondan anlar
Osmanlı Hikayeleri
II. Abdülhamit zamanında Enderun'da Tıfli lakabı ile meşhur bir zat vardı. Bir gece körkütük sarhoş olmuş ve Karacaahmet mezarlığına giderek, ölen arkadaşının başında nara atmış ve kahkalarla gülmeye başlamıştı. Ancak bölgenin güvenliğinden sorumlu subaşı kendisini yakalayıp karakola götürür.

Komiser Tıfli'yi şöyle bir süzdükten sonra sordu:

-Gece yarısı mezarlıkta ne işin vardı?

-Arkadaşıma üç ihlas, bir fatiha okuyordum, komiserim, dedi.

Bu duruma öfkelenen komiser:

-Ulan, nara atarak ve kahkahayla fatiha okunduğu nerde görülmüştür? deyince Tıfli şu cevabı verdi:

-Komiserim sen bilmezsin, orada yatan ancak bundan anlar.

Aptalların Dalkavukluğu
Osmanlı Hikayeleri
Bir adam, Venedikli meşhur ressam Bellini'nin de bulunduğu bir mecliste Fatih Sultan Mehmed Han'ı bir takım uzun sözlerle ve parlak teşbihlerle methetmeye başladı. Padişah bir sadaka vererek susturdu ve savdı. Ressam Bellini, hemen bütün hükümdarların istedikleri bu medihten neden hoşlanmadığını sorunca Fatih şu cevabı verdi:

- Akılsız kimselerin yaptıkları medihler akıllı adamlar için asla hoş değildir.

Artık göç vakti geldi
Osmanlı Hikayeleri
Emîr Sultan çok gayret göstermesine rağmen, Tîmûr-Yıldırım çarpışmasının önüne geçemedi. İki Müslüman-Türk ordusunun birbirleri ile savaşmasını istemeyen Emîr Sultan, sonucun ne olacağını da çok iyi biliyordu. Ankara Savaşının başlamasına çok az bir zaman varken, hanımı Hundî Hâtun;

-Niçin babamı yalnız bırakıyorsunuz yâ Emîr?" diye sordu.

Emîr Sultan;

-Telâşın boşunadır yâ Hundî! Bu savaş bizim aleyhimizedir. Bunu muhteşem pederinize daha önce arzettim, deyince, hanımı;

-Ne olursa olsun. Şu anda babamın yanında olmanızı arzu ediyorum, dedi.

Hanımının isteği üzerine Allahü teâlânın izniyle bir anda cepheye vardı. Orada Sultan Bâyezîd Han ile görüşmesine rağmen, kararından dönmeye niyetli olmayan Pâdişâhı, savaştan vazgeçiremedi. Emîr Sultan'ın îkâz ettiği şekilde, savaş Yıldırım Bâyezîd'in aleyhine sonuçlandı. Ankara Savaşından sonra Tîmûr Hanın ordusu Bursa önlerine gelip konakladı. Ordu uzun süre burada kaldığı için, Bursa'da yiyecek tükendi ve halk sıkıntı içine düştü. Bunun üzerine halk Emîr Sultan'a gidip yardım istedi. Emîr Sultan onlardan birisine;

-Tîmûr'un ordusuna git, orada kumral sakallı, kırmızı yüzlü, kimsenin yüzüne bakmayan, bizi yürekten sevenlerden bir eskici var. Ona selâm söyle ve bir aydan beri müslümanlar yiyeceksiz kaldı. Göçmezler mi acabâ? de! buyurdu.

Bu emri alan kişi, Tîmûr'un ordusun daki eskiciyi buldu ve Emîr Sultan'ın sözlerini nakletti.

Eskici Baba;

-Evet, buraya geleli epey oldu. Artık göç vakti geldi, diyerek elindeki iğne ipliği bir kutuya yerleştirdi. O anda orduda toplanma hazırlıkları başladı. Kısa süre sonra Tîmûr ordusu şehri terk etti.

Asil ruh
Osmanlı Hikayeleri
1854 senesi kış aylarında Silistre kalesini muhasara eden Ruslar, bir avuç Osmanlı askeri karşısında zor durumlara düşmüşlerdi. Ağır kış şartlarında erzakları tükenmiş, çoğu açlık ve soğuktan kırılıyordu.

Zabitlerine:

-Açız!... ekmek, ekmek... diye bağırdıklarında, zabitler:

-İşte kale... zaptedin, orada karnınızı doyurun... diye cevap veriyorlardı.

Nihayet aç kalan Rus askerleri Osmanlı siperlerine yanaşarak:

-Ekmek... diye cılız ve sararmış ellerini uzatıyorlardı. Osmanlı askeri de asil ruhlarını isbat etmek için süngülerinin ucuna ekmek takıp Rus siperlerine uzatıyorlar ve kanlarına susamış olan Rusların aç karınlarını doyuruyorlardı. Bu iyiliklerine Rusların verdiği cevap ise şu oldu: şehri zaptedemiyeceklerini anlayınca yağlı paçavraları ateşe verip, şehre fırlatarak yangınlar çıkardılar. Bu yangınlar bir felaket halini aldı. Tam bu sırada gelen bir derviş:

-Ey Müslümanlar korkmayın!... Moskof Kadir gecesi kaçacak, Müslümanlar muzaffer olacaktır, diyerek askerin maneviyatını arttırdı.

Hakikaten ertesi gün Kadir gecesiydi ve Ruslar bütün ağırlıklarını alarak, Silistre muhasarasını bir müddet için bırakıp, mağlup bir vaziyette gittiler. Silistre müdafileri de kale burçlarından ezanlar okuyarak zafer şenlikleri yaptılar.

Aşçılıktan yetişen vezir
Osmanlı Hikayeleri
Fatih Sultan Mehmed Han birgün veziri Mahmut Paşa ile tebdili kıyafet geziyordu. Pazar yerinde bir yeniçeri aşçısının her tarafa azar savurduğunu işitti ve sebebini merak ederek Mahmut Paşayı, bunun sebebini anlaması için aşçının yanına gönderdi. Mahmut Paşa adama yaklaşarak herkesi azarlamasının sebebini sordu.

Adam anlatmaya başladı:

-Sabahtan akşama kadar gezdim, dolaştım, bir okka et bulamadım ve yemek pişiremedim. Nasıl geri döneceğimi düşünerek hırsımdan, hiddetimden uluorta azar ediyorum. Ne yazık ki memleket işerine bakan yok. Muhtesip kendi safasında. Bu yüzden her ne ararsan bulunmuyor. Bu işi bana verselerdi dünyayı gıda maddeleriyle doldururdum. Herkes de ne aradığını bulurdu. Fakat elden ne gelir?

Mahmut Paşa durumu padişaha anlattı. Fatih de bu adamın adını kaydetti ve saraya dönünce onu görmek istediğini söyledi. Hemen yeniçeri aşçısını getirdiler ve huzura soktular. Padişah da onu muhtesipliğe (Belediye Başkanlığına) tayin ettiğini söyledi. Adam hemen elini kolunu sıvayıp çalışmaya başladı. İşi çok iyi idare etti ve İstanbul’u kısa bir zaman içinde bolluğa kavuşturdu. Onun bu muvaffakiyeti, doğru, dürüst bir adam olması yüzündendi. Bunun neticesi olarak süratle ilerledi ve günün birinde vezir oldu. Sonunda Fatih onu Sadrazamlığa tayin etti.

İşte, Gedik Ahmed Paşa adıyla meşhur olan tarihi şahsiyet odur. Demek ki yalnız şikayet etmeyi değil, şikayetin sebeplerini de ortadan kaldırmayı bilen bir zat imiş. halbuki şikayet edenlerin çoğu yalnız şikayet etmeyi bilir, fakat işleri düzeltmek için çalışmazlar.

Ateşten Bir Yer Talebi
Osmanlı Hikayeleri
Uzun müddet açıkta kalan bir kadı, Emir Buhari Hazretlerine müracaat ederek bir makama tayini için kazasker efendiye bir tavsiyename yazmasını rica eder.

Hazret-i Emir:

"Peki!" deyip derhal şu mealde bir tezkire yazar:

"Duacınızın mektubunu getiren, Cehennem'den bir hasır serecek kadar yer talebinde bulunduğundan, mes'ulüne müsaade buyurulması rica olunur.

Atla  ne konuştu?
Osmanlı Hikayeleri
Asıl adı Mustafa olan İncili Çavuş, Nasrettin Hoca'dan sonra en büyük Türk fıkra kahramanlarından biridir.

İncili Çavuş unvanını, Padişah IV. Murat'ın başlığına takdırdığı inciden almıştır. Şakacılığı ve hazır cevaplığıyla tanınmış olan İncili Çavuş, İran'a elçi olarak gönde­rilmişti Hediyelerle ve bir heyetle birlikte İran Şahı'nı ziyaret edip gerekli görüşmelerde bulunarak İran'daki programı tamamlamıştı. Artık İstanbul'a dönülecekti.

İran Şahı, Türk elçilik heyetine görkemli bir uğurlama töreni hazırlatmış, ileri gelenleri ve halkı toplatmıştı.

İncili Çavuş’a bir at hediye etmiş ve: "Bu küheylan benim sana hediyemdir. Yolculuk esnasında binersin.” demişti. Ama bu hu öyle bir attı ki; uyuz mu uyuz, cılız mı cılız, zayıf mı zayıf. Üf desen yıkılacak. Ayakta zor duracak kadar yaşlı.

İncili Çavuş adeta kendisiyle alay edilircesine böyle bir at hediye edilmesi karşısında bozulmuş, ama bozuntuya vermeden ağzını atın kulaklarına götürerek bir şeyler söylemiş. Sonra da kulaklarını atın ağzına götürerek bir süre dinlemiş ve basmış kahkahayı.

Başta Şah olmak üzere vezirler ve halk, şaşkın şaş­kın bu manzarayı izledikten sonra Şah sormuş:

-Atla ne konuştun? Sen ata ne dedin? At sana nesöyledi ki, böyle kahkahayla gülersin?

İncili Çavuş şöyle demiş: 

-Ben ata sordum: Ey ruhumun ruhu! Tanır mısın Hz. Nuh'u?"

Şah: 

-Eee! At ne dedi? deyince, 

İncili Çavuş:

-Valla, at bana şöyle dedi:

Nuh da ne ki be gardaş Sırrımı kimseye etme faş
Ben Hz. Adem'e taş taşımışam, taş."

Avustralya'nın İlk Resmi Savaşı
Osmanlı Hikayeleri
Avusturalya ilk resmi, savaşını, İKİ TÜRK ile yapmıştır..

Yıl 1912, İngilizler Hindistan’ı işgal eder… Osmanlı 350 adet Levent ile Hindistan’a yardıma gider. Buradaki savaşlarda 40 kadar TÜRK esir düşer. Savaş bittikten sonra bu 40 Osmanlı esir askerini, İngilizler gemilerde çalıştırmaya başlarlar. Bir İngiliz gemisi Avustralya’ya geldiğinde, esir iki Osmanlı askeri gemiden bir yolunu bulup kaçarlar.

Esas hikaye bundan sonra başlar…

Gemiden Kaçan İki leventden  mesleği dondurmacılık olan Abdullah ve mesleği kasaplık olan Mehmet Avustralya’da kendilerine yeni bir hayat Kurarlar. İşleri ve kazançları iyidir ama onların kulağı sürekli Anadolu’da ve memleketlerindedir…
Dünya kaynamaktadır… Balkanlar, Ortadoğu ve İngilizlerin işgal ettiği Türk Yurtları….

İşte Tam Bu sırada (1915) Avusturalya Hükümeti, İngilizlerle birlikte Çanakkale’ye asker çıkarmaya karar verir. Bizim iki Osmanlı askeri olayı duyarlar ve hemen buluşarak, durum değerlendirmesi yaparlar.

Biz Türk askeriyiz ve Avustralya’da yaşıyoruz. Avustralya devleti Osmanlıya savaş açmış ve bizim ülkemizi işgale gitmiş, bundan dolayı biz de Avustralya devletine savaş açalım derler.

Alırlar kağıdı, kalemi ve yazarlar:

Sayın Avustralya Yetkilileri….

(İngilizlerin sömürgesi olduğu için Dönemin Sömürge VALİSİ)

Biz iki TÜRK askeri, ülkenizde bulunuyoruz. Duyduk ki, devletimiz Osmanlıya Avustralya devleti olarak savaş açmış ve Çanakkale’ye asker göndermişsiniz. Bundan dolayı iki TÜRK askeri olarak biz de Avustralya devletine savaş açmış bulunmaktayız.

Bu bir “Osmanlı Savaş Fermanı “ dır.  Avusturalya’ya duyurulur.

Avusturalyalı yetkililer Bu mektubu alırlar, okurlar ama ciddiye almazlar……

Karahisar diyarından Tarakçıoğlu Mehmet, Karadeniz diyarından Menteşoğlu Abdullah İki Osmanlı askeri, Sidney’ in 250 km uzağında (Whıte Rock) Karlıdağlar denilen bölgede siper alırlar.  Dondurmacı Abdullah’ın beyaz gömleği vardır, Kasap Mehmet’inde kırmızı önlüğü GÖMLEK VE ÖNLÜGÜ SÖKEREK 3 HİLALLİ BAYRAGI DİKERLER bu bayrak ile DÜŞMANA SAVAŞ AÇARLAR…

Avusturalyalı Yetkililer, Tren ile asker toplayıp limanlara sevk etmektedir. Limanlara gelen Asker ve Mühimmat Gemilerle ÇANAKKALEYE sevk edilmektedir.

İki Türk asleri önce virajlarda tren raylarını sökerek 3 tren devirirler. Üçüncü trende askeri mühimmat bularak silahlanırlar. Aynı bölgede 8 karakol basar ve karakollardaki askerlerin tamamını vururlar.

Ne olduğunu bir türlü çözemeyen Avustralyalılar, sonunda iki Osmanlı askerinin yazmış olduğu mektup akıllarına gelir ve bölgeye TREN ile 250 kadar asker gönderirler. İKİ TÜRK kendilerine savaş açmıştır… Bu savaş Avusturalyanın İlk resmi savaşıdır… Çaresiz Kalan Avusturalya devleti İlk resmi savasına girer, Karşı tarafta İKİ TÜRK……. Tren ile gelen 250 kadar Avustralya askerini Pusuya düşüren İki BABAYİGİT… Trene saldırır…. Ve iki Osmanlı askeri 60 kadar Avusturalya askerini öldürür… Çok şiddetli çatışmalar sonucunda, İKİ ANADOLU ASLANI bu karlı dağlarda şehit düşer….

İki askerin şu an mezarı Sidney’e 250 km uzakta (Whıte Rock) Karlıdağlar’da ve mezarlarında.

NUR İÇİNDE YATSINLAR…

Bu iki yigitin hakkını Teslim eden Avusturalya o bölgeye Türk Kayalıkları ismini vermiştir.


Ayrılık Çeşmesi
Osmanlı Hikayeleri
Devletin içine düştüğü müthiş para buhranına çare aranır ve saraydaki altın eşyanın paraya çevrilmesi düşünülürken Abdülaziz’e bunu Fuat Paşa söylemiş ve Abdülaziz’in:

- Demek ki saraylıların su içtikleri altın tasları fazla görüyorsunuz? Demesi üzerine Paşa şu cevabı vermek cesaretini göstermiştir:

- Padişahım, yarın maazallah bu memlekete düşman girince bizler efendimizin rikabına sarılarak Konya ovalarını tuttuğumuz zaman hanım sultanlar bu altın taslarla ayrılık çeşmesinde mi su içecekler?

Bana bir tüfek verin
Osmanlı Hikayeleri
Mâlum Sultan Abdülhamid Han, hal'inden sonra Selânik'teki Alatini köşküne hapsedildi. Bir gün Alatini Köşkü muhafız kumandanı kolağası Rasim Celaleddîn Bey, sultan Abdülhamid Han'la konuşmak için izin isteyerek huzûruna gelip:

-Zât-ı hümâyûnunuzu rahatsız ettim. beni mâzur görünüz dört düvelle harp hâlinde olduğumuzu söylemem gerekiyor, deyince Sultan hayretle:

-Dört düvelle mi?.. Kim bunlar Rasim Bey? Hemen Allah ordu-yı hümayuna nusret, kuvvet versin, inşaallah zafer bizimdir? diye sordu.

Rasim Bey başını yere eğmiş, ağlayacak gibi konuşuyordu:

*Yunanistan, Bulgaristan, Karadağ ve Sırbistan'la hâkanım ve maalesef yenilmek üzereyiz.

Sultan:

-Dört düvel birleşir de haberimiz olmaz mı Rasim Bey? Bu nasıl bir gaflettir! Bu devletler birleşemezler ki!.. Aralarında kilise kavgası var... Yıllar yılı süren Makedonya boğuşmasını hatırlamıyor musunuz?..' diye sordu.

Rasim Bey:

-Kiliseler kanunu çıkararak Meclis-i meb'ûsan ve ayan bu ihtilafı hal etti. Başımıza bu işlerin açılacağım kim bilebilirdi ki? Selanik bugün yarın düşmek üzere... Sizi Istanbul'a götürecekler. Bunu hemen size haber vermek için emlr aldım' dedi. Buna çok üzülen Sultan Abdülhamid Han büyük bir öfke ile:

-Rasim Bey! Rasim Bey!.. Selanik demek, İstanbul'un anahtarı demektir! Ordumuz nerede, askerimiz nerede? Nasıl bırakılıp da gidilir?.. Bırakıp gidersek tarih ve ecdad bizim yüzümüze tükürmez mi?.. Biraderim hazretleri buranın tahliyesine razı mı oldu?.. Hayır, ben razı değilim! Yetmiş yaşımda olduğuma bakmayın... Bana bir tüfek verin, asker evlatlarımla beraber Selanik'i ben son nefesime kadar müdafaa edeceğim! dedi.

Fakat Sultan Reşad'ın selamı ve ricası iletilince, bir Osmanlı hanedanı mensubu olarak Padişah'ın iradesine boyun eğmek durumunda olan sultan Abdülhamid Han, İstanbul'a nakledilmeyi kabul etti.

Bana burada iş yok
Osmanlı Hikayeleri
Osmanlıların yirmi ikinci padişahı olan Sultan II. Mustafa 1695-1703 yılları arasında hüküm sürmüştür. Bu devirde İran Şahı bir nezaket eseri olarak Osmanlı sarayına, iyi yetişmiş ve mesleğinde uzman olan bir doktor göndermişti. Osmanlı sarayına gelen hekim, sarayın sosyal yaşamını soruyor. Deniyor ki:

-Burada acıkmadan sofraya oturulmaz ve tam doymadan sofradan kalkılır.

Bunu öğrenen hekim:

-Öyle ise bana burada iş yok, boşuna gelmişim." diyerek memleketine dönüyor.

Ben bir kasabayı alana kadar
Osmanlı Hikayeleri
Kanunı Sultan Süleyman Han, bir gün bir şehirde  gezerken tanınmış bir şairi son derece pejmürde bir kı­lık ile görmüş. Her şair gibi bu şairin de sevgilisine şiir­lerinde bol keseden beldeler ve şehirler bağışlamış oldu­ğunu hatırlayan Padişah şaire şöyle der:

-Eeee, Şair efendi, sevgilinin bir benine Semerkand ile Buhara'yı verecek kadar hovardalık edenin sonu işte budur. Ben bir kasabayı alıncaya kadar dünyanın zorluğunu çekiyorum. Sen her mısranda beşini-onunu birden harcıyorsun.

Ben nasıl biri iki eyledimse
Osmanlı Hikayeleri
Sultan Abdüllmecid zamanında 1853-1856 Kırım harbi sırasında Serdar-ı Ekrem Ömer Paşa kumandasındaki Osmanlı ordusu Tuna boylarına sevk edilmişti. Bu orduda buluna Koca Halil ismindeki bir topçu neferi, Rus tabyalarını döğmüş ve onları geri çekilmeye mecbur etmişti. Fakat düşman ateşi esnasında bir şarapnel parçası karnına isabet etti ve bağırsakları dışarı fırladı. Bir eliyle bağırsaklarını karnına tepmeye çalışırken bir eliyle de koynunda asılı bir tüfek mermisini çıkararak siper arkadaşı ve hemşehrisi Mehmed’e vererek:

-Hemşerim, gördüğün bu kurşun, geçen Moskof harbinde babamı şehid etmiş. Ben o zamanları çocuktum. Babam bu kurşunu bana yadigar olarak göndermiş. Şimdi sen bu kurşunu ve benim kanımla boyanan şu gülle parçasını al ve sağ salim köye dönebilirsen, bunları oğluma ver ve de ki;

-Baban dedi ki, Allah yolunda, vatan uğrunda ben basıl biri iki ettiysem, o da ikiyi üç etsin.

-Artık gücü tükenen Koca Halil yere yıkıldı ve Kelime-i Şehadeti söyleyerek şehid oldu.

Ben siftah ettim
Osmanlı Hikayeleri
Fatih Sultan Mehmed Han bir gün yiyecek maddelerinin kalitesini ve narh durumunu kontrol etmek gayesiyle kıyafet değiştirip çarşıya çıktı. Bir dükkana girip selam verdikten sonra;

-Yarım batman yağ, yarım batman peynir ve yarım batman bal veresiz! dedi.

Dükkan sahibi yarım batman yağı tartıp parasını hesap ettikten sonra;

-Ağam, sair isteklerinizi de karşı komşudan alasız. Zira onun malı hem daha yeğdir, hem de siftah etmedi, dedi.

Padişah ikinci dükkana varıp oradan da yarım batman peynir alınca, bu dükkan sahibi de;

-Allah’a şükürler olsun siftahımı ettim. Hem de çocuklarımın nafakasını çıkardım. Bundan sonrası kârdır. Diğer isteklerinizi de komşumdan alasız. O daha siftah etmedi, deyince Fatih Sultan Mehmed Han;

-Bu milletteki ahlâkî istikamet yok mu, ona dünyaları fethettirir. Milletin ahlâk-ı sâfiyetine halel getirenleri Allah kahretsin, dedi.

Bendeniz biperva geçerim
Osmanlı Hikayeleri

Sultan Abdülaziz Han birgün, zaman zaman Sadrazamlığını yapmış olan Fuad Paşa’ya, o zamanın devlet adamlarından Âlî Paşa ile Rüşdü Paşa’nın kendisinden ne farkları olduğunu sorduğunda:

-Efendimiz, yeni yapılmış bir köprü tasavvur buyurunuz. Üçümüz de köprünün başına gelmiş bulunalım. Bendeniz hemen Besmele çeker ve bîperva köprüyü geçerim. Âlî Paşa Besmele çeker ve köprüyü defa larca muayene ettikten sonra geçer. Rüşdü Paşa kulunuz da, Besmele çeker, sonra bir tabur insanı bu köprüden geçirir, sağlam olduğuna kanaat getirdikten sonra geçer.

Benim dahi muradım odur
Osmanlı Hikayeleri
Yavuz, devlet işlerinde hata edenleri hiç affetmezdi ve bu sebeple de bir çok vezirinin boynunu vurdurmuştu. “Dilerim Allah’dan Yavuz’a vezir olasın” sözü de bu devirde beddua idi. Buna rağmen kadirşinas bir kişiydi. Fikrini açık söyleyenlerin görüşü, kendi görüşüne aykırı olsa da, kızıp söylenerek dinler ve hak sözü kabul ederdi.

Kendisinin şiddet ve gazabından korkan, her an ölüm tehlikesi geçiren Pîrî Paşa bir gün:

-Padişahım, eninde sonunda bir bahane ile beni de idam ettireceksin. Heman, bir gün evvel halas etsen daha iyi olmaz mı? sözleriye korkusunu beirtince, bu sözlere bir hayli gülen Yavuz:

-Benim dahi muradım odur, lakin senin yerini tutacak bir adam bulamadım. Yoksa seni muradına kavuşturmak gayet kolaydır, cevabını verdi.

Benim Düğünüm Gibi Bir Düğün
Osmanlı Hikayeleri
Padişah Kanuni Sultan Süleyman'ın kızkardeşi Hati­ce Sultan ile Sadrazam İbrahim Paşa'nın parlak düğün­lerinden altı sene sonra şehzadelere sünnet düğünü ya­pılmıştı. Padişah, sadrazama hangi düğünün daha par­lak olduğunu sorunca Sadrazam şöyle cevap vermişti:

-Sultanım, benim düğünüm gibi bir düğün şimdiye kadar yapılmamıştır ve yapılmayacaktır.

Padişah:

-Bu nasıl olur, diye sadrazama sormuş.

Sadrazam da:

-Çünkü hünkarım, sizin düğününüzde benim gibi vezir, benim düğünümde ise sizin gibi bir Sultan bulunmuştur da ondan, cevabını vermiş.

Benim gözüm göreceklerini gördü
Osmanlı Hikayeleri
18 Mart 1915 günü. İngiliz donanması en büyük savaş gemileriyle Çanakkale boğazını geçmek için zorluyor, yoğun topçu ateşi ile boğazın iki tarafındaki Osmanlı tabyalarını hallaç pamuğu gibi atıyordu. O gün Boğaz tabyaları arasında en çok iş gören ve en çok hasara uğrayan Rumeli Mecidiyesi Bataryası oldu. Sabahtan beri muharebenin en şiddetli anlarında dahi iki sahil arasında gidip gelmekten çekinmemiş olan Müstahkem Mevki Komutanı Cevat Paşa, tabyanın feci durumunu haber aldığı zaman yine motora atlayıp Çimenlik İskelesi’nden karşı sahile hareket etti. Cephaneliği berhava olan tabyanın durumu hazindi. İstihkam yıkıntıları arasında dolaşmakta olduğu sırada bir ağacın altına uzanmış olan bir askerin hali dikkatini çekti ve yanına gidip:

-Ne var evlat ?diye sordu.

Nefer hemen yerinden fırlayıp esas duruş vaziyeti aldı. Çünkü sesi tanımıştı. Ama gözleri başka tarafa bakıyordu.

- Gözlerine bir şey mi oldu oğlum?

O zaman nefer tok sesiyle:

- Üzülmeyin efendim, benim gözlerim göreceğini gördü,diye cevap verdi.

Evet, düşman gemilerine tam isabet kaydedilmiş ve “Ocean” destroyeri hareket edemez hale getirilmişti. Fakat düşman mermilerinden birinin isabetiyle bu kahraman asker gözlerini kaybetmişti.

Cevat Paşa sessiz sessiz ağlıyordu.

Benim milletimin ocağı yanıyor
Osmanlı Hikayeleri
Bir Ramazan gecesi herkes uykuda iken Yıldız Sarayı yanmaya başladı. O tarihlerde İstanbul’u işgal etmiş bulunan İngiliz donanması itfaiyesi sevk edilerek yangın söndürülmeye çalışlıyordu. Devlet ileri gelenlerinden ve belediye zabıta ve itfaiyesinden hiç kimse gelememişti. Çünkü saray tamamen İngiliz ablukası altındaydı. Sadece Harbiye Nazırı Şevket Turgut Paşa buraya ulaşmayı başardı. Padişahın Cihannüma köşkünde olduğunu öğrendi ve hemen oraya koştu. Zat-ı Şahane, sırtında gecelik entarisi ve üzerinde pardesüsü olduğu halde köşkün önünde ayakta duruyordu. Telaşlı değildi. Köşkün bekçibaşısı hüngür hüngür ağlıyordu.

Hünkar:

-Benim milletimin ocağı yanıyor, ben onu düşünüyorum... kendi evim yanmış, ne ehemmiyeti var, dedi.

Benim peygamberim beni kurtarır
Osmanlı Hikayeleri
Oruç Reis esir edilmişti. Bir süre zindanda kaldıktan sonra çıkartılarak bir gemide küreğe çakıldı. Papazlar ve Şövalyeler, İtalyanca, Rumca ve İspanyolca bilen ve sözü sohbeti yerinde plan Oruç Reis ile konuşmaktan zevk alırlardı. Şövalyeler ona karşı hürmet duyuyorlardı. Sohbet sırasında ona: -Ey Osmanlı! Sen güzel sözlü bir kişisin. Bizim lisanımızı da fevkalade konuşuyorsun. Müslümanlıkta ne buldun? Gel bizim dinimize geç! Adı sanı belli bir adam olursun. Büyük bir şövalye kaptan yaparız seni,dediler.

Oruç Reis:

-Kâfirlerin iyiliği bu mudur? Dinimden dönüp hükümdar olmaktansa müslüman esir kalmayı tercih ederim. Şu duvarlardaki resimleri elinizle dizersiniz ve onlara taparsınız. Şimdi onları ateşe atsalar veya çölde bir kuyuya bıraksalar, veyahut balta ile pare pare eyleseler, kendilerini kurtarıp halas etmeye kadir değildirler, dedi.

Şövalyeler:

-Görelim senin Peygamberin neyler, işte halin  malum, dediler.

-Benim Peygamberim iki cihan fahridir. Bütün evliya  ve enbiya ondan şefaat umar. Hepsine şefaati o eder. Hak teâlâ’nın avni ve inayeti ile gelip beni buradan kurtaracaktır, dedi.

Şövalyeler gülerek:

-Hele sen küreği çekmeğe devam et. Bu hava ile gönlünü hoş tut. Peygamberin seni kürek mahkumiyetinden kurtarsın, dediler.

Aradan zaman geçti. Bir gün kürek çektiği gemi şiddetli bir fırtınaya yakalandı. Dalgaların arasında ceviz kabuğu gibi sürükleniyordu. Bu hengamede Oruç Reis’in zincirleri de koptu ve kendisini denize bıraktı. Dalgalarla bir müddet boğuştuktan sonra sahile ulaştı. Daha sonra arkadaşları ile buluştu ve yeniden denizlere açıldı. Bir muharebe sırasında, kendisini esir etmiş olan Şövalyelerden birkaçı, şans eseri Oruç Reis’e esir düştüler. Onları görünce yanına getirtti ve şunları söyledi:

-Ben sizlere demedim mi, benim Peygamberim gelir beni kurtarır diye! İşte geldi, kurtardı. Varın reisinize söyleyin, ben gene ona varayım, ne kadar demiri varsa vursun, Peygamberimiz bize, Allah’ın izniyle yine yardım eder.

Benimle Padişahımın Arasına Kimse Giremez
Osmanlı Hikayeleri
Sultan Dördüncü Murat Han'ın sadrazamlarından Kemankeş Kara Mustafa Paşa, yazılarını padişaha doğ­rudan yazarmış ve hiç kimseye itimat etmezmiş. Padişa­hın musahibi Silahtar Mustafa Paşa, sadrazamın kendi­sini adam yerine koymayarak yazılarını kendisine gön­dermediğinden şikayet etmiş ve bunun üzerine padişah sadrazama, yazılarını musahibe de yazmasını emretmiş. Sadrazam bu emre şu cevabı vermiş:

"Padişahım, önce bu kuluna bildir; Silahtar kulunun senin saltanatında ortaklığı var mıdır, yok mudur? Eğer varsa emir padişahımın, her emri ona da yazmak lazım gelir. Yok ise padişahım yalnız sizi padişah bilirim, an­cak size yazarım. Böyle olunca benimle padişahımın arasına kimse giremez."

Bunun üzerine padişah emrini geri almış.

Beşyüzbeş Kuruş
Osmanlı Hikayeleri
Çengeloğlu Tahir Paşa, cesur vatan evlatlarındandı. Gençliğinde korsanlık etmiş, sonra donanmaya katılmıştı. Mesleğinde süratle ilerleyen Tahir Paşa, bir süre sonra Kaptan Paşa oldu. Akdeniz’deki adalardan bir kısmının idaresi ona verildi. Paşa, adaların birindeki bir konsolostan memnun değildi. Onu uzaklaştırmak için nazikane telkinlerde bulundu. Adam oralı olmayınca, hiddetlendi, bir gün konsolosa:

- Beni, beşyüzbeş kuruştan çıkaracaksın, dedi. beşyüz kuruşa bir köle alıp seni öldürtecek, beş kuruşluk iple de herifi astıracağım.

Ertesi gün konsolos adayı terk etti.

Bir avuç bulgur
Osmanlı Hikayeleri
Osmanlı Sultânı Dördüncü Murâd Han, Bağdât seferine giderken Misâlî Baba'nın bulunduğu köyün yakınında bir yerde ordusunu istirâhate çekmişti. Bu sırada çevreyi dolaşan Sultan, onun köyüne uğradı. Köyün alt tarafında küçük bir kulübe gördü. Yaklaşıp kapısını çaldı. Kulübenin kapısı açılıp, Sultanı, nûr yüzlü bir zât karşılayıp, tebessüm ederek içeri aldı. Onun velîlerden olduğunu fark eden Sultan, hürmetle huzûrunda oturup, bir müddet sohbetini dinledi ve duâsını aldı. Ayrılıp giderken Sultana birkaç avuç bulgur ve bir torba da saman verdi. Sultan bunları alıp ordusuna döndü.

O gün yemek zamânı kendisine Misâlî Baba tarafından hediye edilen birkaç avuç bulgurun pilav yapılmasını istedi. O gün yemek zamânı kendisine Misâlî Baba tarafından hediye edilen birkaç avuç bulgurun pilav yapılmasını istedi. Sultanın emri üzerine bulgur, pilav yapıldı. Bu bulgur pişirilirken gitgide artıp çoğaldı ve kazanlar dolusu pilav oldu. Bütün ordu bu pilavdan yiyip doyduğu halde yine de arttı. Samanı da atlara vermişlerdi. Saman da artıp atları doyurdu. Sultan, Misâlî Baba'nın bu kerâmeti üzerine tekrar huzûruna gitti. Ona bâzı hediyeler verdi. Misâlî Baba, Sultanın hediyesine karşılık, elini koynuna sokup, daha yeni açılmış tâze bir gül çıkardı ve Sultana verdi. Sultan gül mevsimi olmadığı halde kışın böyle bir gül vermesinin de başka bir kerâmeti olduğunu görerek, bir müddet daha sohbetinde kaldı. Sonra duâsını alıp elini öptü vedâlaşıp ayrıldı. Bağdât seferine giden Dördüncü Murâd Han, Misâlî Baba'nın ve yol boyunca ziyâret ettiği velî zâtların duâsı bereketiyle târihte benzeri az görülen bir zafer kazandı.


Bir def-i hacete bile değmeyen saltanat
Osmanlı Hikayeleri
Rivayet olunur ki Laleli Camii’nin şekillendiği günlerde Sultan III.Mustafa inşaatı görmeye gelir. Ona civarda yaşayan bir gönül ehlinden bahsederler, “haydi gidelim hayır duasını alalım” deyip, kapısını çalar.

Ancak milletin hikmetli sözlerini aktara geldiği pamuk sakallı ihtiyar, o gün derin bir sükut içindedir, sanki lisan-ı hal ile “bizim sustuğumuzdan anlamayan” der “konuştuğumuzdan ne anlar?

Sultan Mustafa kendince bir zarf atıp, feyzli bir sohbete maya çalmaya çalışır,

-Efendi Hazretleri, bu dünyada en güzel şey nedir” diye sorar.

Laleli Baba elini “boşveeer” gibilerinden sallar,

-Alçak dünyanın güzelliğinden n’olsun sultanım” der, “eğer rahatlıkla yiyor ve def-i hacetini sıkıntısız yapıyorsan  tamam. Başka bir şey arama.”

Sultan Mustafa bu sade ve kestirme cevaba bozulur, ancaaak...

Birkaç gün sonra kabızlığa yakalanır. Hekimin biri gelir, biri gider, derdine çare bulamazlar. Neden sonra aklı başına gelir “galiba boşuna uğraşıyoruz” der, “korkarım bu derdin ilacı Laleli Baba’da!”

Derhal yaşlı dervişin huzuruna koşar, önce affını ister sonra derdini arzetmeye bakar.

Laleli Baba “o iş kolay” der, “ama ne vereceksin karşılığında?"

- Ne istersen vereyim, hatta ben kalkayım, gel sen otur tahtıma.

- Amaaan kalsın. Bir def-i hacete bile değmeyen saltanat neye yarar?

- Karnımın ağrısı dayanılacak gibi değil hocam.

- Demek şuncağız karın ağrısı koca Sultanı bile kıvrandırıyor. Kabir azabı nicedir acaba?

- Yalvarırım bir şeyler yapın.

- Pazarlığımız bitmedi ama?

- Bu camiye adınızı vereyim. Müminler ibadet ettikçe sizi hatırlasın, asırlarca Fatiha okusunlar.

- Bak bu hiç de fena bir teklif değil. Duaya çok ihtiyacım var ve olacak da...

Laleli Baba o bereketli nefesiyle bir şeyler okuyup sırtını sıvazlar, Padişahın ağrısı sızısı kalmaz.

Bakın şu işe ki Eyyûb, Fatih, Ayazma, Laleli gibi muhteşem camileri yaptıran III. Mustafa, hiçbirine ismini koyamaz.

Cenazesi Lâleli Camii yanında bulunan türbeye defnedilir, Efendimizin (sav) kadem-i şerifini (mübarek ayak izini) bir çekmeceyle başucuna koyarlar.

Bir dirhem bal için
Osmanlı Hikayeleri
Sultan II. Mahmud’a, o zamana kadar hiç yemediği keçiboynuzu”nu çok medhettiler. Padişah da bu kadar övülen bu meyveyi merak etti ve:

-Getirin bakalım nasıl bir şeydir! dedi.

Bu emir üzerine getirilen keçiboynuzlarından birini ağzına aldı, fakat biraz çiğnedikten sonra attı. Yanındakiler:

-Niçin attınız efendimiz, diye sorunca:

-Bir dirhem bal için beş çeki odun çiğneyemem! cevabını verdi.

Bir Manastırın İdaresi de İş mi?
Osmanlı Hikayeleri
Kırkkilise kadılığından azledilen bir memur, boş bu­lunan Manastır kazası kadılığını ister. Kendisine:

-Orası mühim bir mevkidir, idare edemezsin." deni­lince, şöyle der:

-Efendim, kırk kilise yi idare eden adam, bir manastırı idare edemez mi?

Bir Musa İki Firavun'a Ne Yapsın?
Osmanlı Hikayeleri
Hasırcızade Mehmed Ağa, memleketi Antep'te iken, oraya teftiş için bir vali gelmiş. Dalkavuk olan ahaliden iki kişi ise: 

"Ahaliden dalkavuk ve yaramaz iki kişiye çok yüz ve­riyor" diyerek kaymakamı şikayet etmişler.

Vali de kaymakama söylenecek olmuş. Hasırcızade Mehmed Ağa  valiye hitaben:

"Bir Musa iki Firavun'a ne yapsın?” diyerek valiyi susturmuş.

Bir Efendiliği var ki
Osmanlı Hikayeleri
Moralı Osman Efendi; vakur, şerefli ve haysiyetli bir zâttı. Fakat devrinin affetmez pâdişah müşâviri Hâlet Efendi’ye boyun eğmez, kavuk sallamazdı bir türlü... Hâlet Efendi buna çok kızar; onu İstanbul’da değil, taşra hizmetlerinde süründürmek, küçük düşürmek isterdi. Osman Efendi ise ne yapılsa vakarını bozmaz, ses çıkarmaz, ne iş verilse yapardı.

Birgün Hâlet Efendi, İzzet Molla ile otururken Osman Efendi’nin geldiğini söylediler. Hâlet Efendi hemen sofaya kadar koşarak Osman Efendi’yi karşıladı. Giderken de merdiven başına kadar inip uğurladı.

İzzet Molla şaşkın bir tavırla:

-Bu adama etmediğiniz fenâlık kalmadı, şimdi bu kadar iltifâtınıza sebep nedir? diye sorunca,

Hâlet Efendi’nin cevabı enteresandır:

-Evet, ona çok fenâlık ettim... Elinden memuriyetini aldım, nüfûzunu kırdım. Fakat üzerinde bir Efendi’lik var ki, işte onu alamıyor ve kendisini gördükçe böyle hürmet etmek zorunda kalıyorum.

Bir salkım üzüm
Osmanlı Hikayeleri
Avrupa hristiyanları, Papa'nın kışkırtması ile bir araya gelip Osmanlı topraklarına saldırmaya teşebbüs edince, yeryüzünün sultânı Kanunî Sultan Süleyman Han, ordusu ile sefere çıktı. Târihlere şan veren ordu ağır ağır ilerliyor, hedefine bir an önce ulaşmak için gayret sarf ediyordu. Havalar da iyice ısınmıştı. Bir Hristiyan beldesinden geçerken, yolun dar olması sebebiyle, askerlerden kimisi üzüm bağlarından yürümek mecburiyetinde kaldı. Olgunlaşan üzümler susuzluktan dudağı çatlamış askerlere; "Al beni, ye beni" dercesine duruyordu.

Askerlerden biri dayanamayıp, sahibinin haberi olmadan bir salkım üzüm kopardı. Yerine de bir keseye koyduğu parayi bağladı. Üzümü de yedi. Çok geçmeden mola verildi. Ordunun arkasından, kan ter içinde Hristiyan bir köylünün geldiği görüldü. Köylüyü komutana götürdüler. Çok heyecanlı olan köylü, komutanın eline mi, ayağına mı kapanacağını bilemedi. Bir asker, kendi bağından kopardığı üzümün yerine para bırakmıştı. Bağında başka bir zarar yoktu. Böyle bir askere ve komutanına, elbette teşekkür etmeliydi. Ama komutan bu habere hiç sevinmedi. Bir askerinin başkasının malını izinsiz almasını bir türlü kabul edemiyordu. Tellâllar çağırtılıp, o asker bulundu. Bu arada Sultan da hâdiseyi öğrenmişti. Hemen o askerin ordudan atılmasını emretti ve;

-Kursağında haram lokma bulunan bir askerin bulundugu ordu ile zafer ve nusret müyesser olmaz, demekten kendini alamadı.

Hristiyan köylü, üzümü alan askeri taltif ettirmek için geldiğini, hâlbuki işin tersine döndüğünü arz edince, komutan;

-Eger o asker parayı bağlamamış olsaydı, bu ordunun adı zâlimler ordusu olurdu. İşte o zaman, kellesi de giderdi. Parayı asmaya bağlamakla kellesini kurtardı. Ama sahibinden izinsiz mal almakla da, seferden men cezasına çarptırıldı, dedi ve kahraman ordu yoluna devam etti.

Orduya Belgrad yakinlarinda bir yerde konaklama emri verildi. Askerler, çevredeki su ve çesmelerden istifâde edip, abdest tazelemeye, susuzluklarını gidermeye çalışıyorlardı. Çesmelerden birinin yakınlarında bir manastır vardı. Manastırın rahibi, Osmanlı askerinin durumunu öğrenip, haçlı askerlerini haberdâr etmek için, manastırdaki rahibelerden birkaçını süsleyip, ellerine verdiği testilerle çesmeye gönderdi. Rahibelerin geldiğini gören Osmanlı askerleri, hemen çesme başından ayrılıp, rahibelere sırtlarını döndüler. Rahibeler testilerini doldurup gidinceye kadar kimse dönüp bakmadı. Rahibeler gelip durumu anlatınca; koparılan üzümlerin yerlerine para bırakıldığını duyan Rahip, bu kadarını beklemiyordu. Bunlar ne biçim insanlardı. Malda mülkte gözleri yoktu, kadına kıza iltifat etmiyorlar, memleketlerinden günlerce uzak yerlere kadar geliyorlar, korkmadan ve endişe etmeden canlarını veriyorlardı. Hemen kâğıt kalem istedi. Osmanlı askerlerinin karşısına çıkmak için hazırlanan haçlı orduları komutanına şunları yazdı;

"Ey haçlı kumandanları!.. Siz bu ordu ile nasıl başa çıkabilirsiniz? Bu insanlar canlarını düşünmeden, Allah yolunda komutanları emrinde çekinmeden can veriyorlar. Biliyorlar ki, gidecekleri yer Cennet'tir. Kadına kıza ehemmiyet vermiyorlar, yanlarına gönderdiğim rahibelere sırtlarını döndüler. Mala mülke de önem vermiyorlar. Bütün mal ve mülklerini terk ederek cihâda çıkıyorlar. Herkese karşı iyi davranıp, kimseye zulmetmiyorlar. Ey haçlı kumandanları!.. Siz, onlardaki bu hasletleri ortadan kaldırmadan karşılarına çıkıp savaşmaya kalkışırsanız, elinize binlerce askerinizin canına mal olacak acı bir tecrübeden baska bir şey geçmez."

Buna rağmen haçlı kumandanları, kahraman Türk askerlerinin kılıçlarına yem olmak için adetâ birbirleriyle yarış ettiler. Türk askerine yeni yeni zaferler kazandırdılar. Avrupalılar, kendi kötü hasletlerini Osmanlılara aşıladıkları zaman, onları yenebileceklerini yıllar sonra anladılar ve faaliyetlerini bu yönde yoğunlaştırdılar.

Bir yüz karası
Osmanlı Hikayeleri
1897 Osmanlı-Yunan harbi esnasında, Manisa havalisinden üç asker kıtalarında firar edip, omuzlarında devletin verdiği silahlarla dağa çıkmışlardı. Bunlardan biri, Yaya köyünde oturan eski bir şakinin, Bakırlı Şaban Efenin tek evladıydı. Çakırcalı’dan ve Kara Ali’den evvel dağlardan dolaşan o idi. Otuz sene devlet kuvvetlerine karşı durdu. Bazen iki arkadaşıyla, yüz kişilik jandarma müfrezesini tarümar ettiği oldu. Bazen tek başına o dağdan bu dağa geçtiği duyulurdu. Köylüler onu hürmetli ve korkulu bir muhabbetle severlerdi. Çünkü zengin ve kuvvetlilere karşı bîaman, zayıf ve fakirlere karşı himayekardı. Bakırlı Şaban Efe tövbe ettiği zaman elli yaşındaydı. Ancak bu yaşta evlendi ve bir oğlu dünyaya geldi. Tam yirmi yıl unutmuş ve unutulmuş bir halde uslu uslu köyünde yaşadı ve bir kahvenin çınarı altında gah nargile çekti, gah uyukladı. Oğlu askerden kaçıp da dağa çıktığı gün, yetmiş yaşında, ak sakallı, sönük gözlü, yarı kamburlaşmış bir ihtiyardı. Oğlunun askerden kaçtığı kendisine haber verilince gayri ihtiyari elini silahlığına götürdü ve yerinden davrandı. Uzun müddet bu vaziyette, hareketsiz, sessiz kaldı. Fakat silahlığı da, kemeri de boştu. Sonra birden:

-Yalan söylüyorsunuz. Mustafa bunu yapmamıştır, diye bağırdı.

Dediler ki:

-Yalan olamaz, biz tam yerinden duyduk. Üç gün oluyor, jandarmalar takibe çıktılar.

Eli silahlığının yerine titreyen Bakırlı Şaban Efe, kısık bir sesle:

-Nasıl olmuş, anlatın bakalım, dedi ve dizlerinin bağı çözülmüş gibi yığıldı kaldı.

-Bir gece kışlanın kapısında seninki nöbetçiymiş. Diğer ikisi, Kasabalı Hafız’ın oğlu ile Narlıcalınınki, gündüzden edindikleri kurşunları ceplerine ve koyunlarına doldurmuşlar ve seninkine demişler ki; “haydi bakalım düş önümüze” O da zaten birkaç gün önceden haberliymiş, ovaya doğru çıkıp gitmişler.

Bakırlı yine davranır gibi bir hareket yaptı.

-Dur dediler, dahası var! İşin içinde bir de cinayet görünüyor. Seninkilerin firarı sabahı Doğanlar yolu üzerinde üç rençberin cesedi bulundu. Bunlardan ikisi ölmüş, diğeri de can vermek üzereymiş. Asker kıyafetinde üç kişinin onlara ateş ettiklerini ve atlarını alıp gittiklerini söyleyip ölmüş.

Bakırlı Şaban Efe:

-Yeter, yeter diye bağırdı ve sendelye sendeleye eve gitti.

Karısı onu, suratı kıpkırmızı ve titrer bir vaziyette görünce:

-Aman efem, sana ne olmuş, diye bir çığlık attı.

-Duydun mu, Mustafa...dedi ve gerisini getiremedi. Boğazı hıçkırıklarla doldu.

-Söyle şehid mi olmuş?

-Keşke öyle olsaydı deli kadın, keşke öyle olsaydı. Kaçmış askerden kaçmış ve cinayet işlemiş. Ah yüzkarası rezil ah! Dedi ve minderin üstüne yıkılıverdi.

Efe günlerce evden çıkmadı. Kendisini sormaya gelenlere kapıyı açmadı. “Âlemin içine nasıl çıkarım?” diyordu. Zaman zaman karısına:

-Ben de senelerce dağlarda gezdim, ama askerden kaçmadım. Hatta Moskof muha rebesine gönüllü yazıldım ve aslanlar gibi döğüşüp memlekete olan borcumu ödedim. Fakat bu rezil, askerden kaçtı ve devletin silahıyla dağa çıktı, diye dert yanıp ağlıyordu.Bir hafta sonra Şaban Efe evden çıktı ve etrafına toplanan köylülere:

-Bu yüzkarasını kendi ellerimle temizleyeceğim. Yarın kasabaya gidip binbaşıya müracaat edeceğim. Çok şey istemem, bana bir hayvanla bir silah versinler, Allah’ın izni ile beş on gün içinde ya ölüsünü, ya dirisini getirmezsem, bana da Bakırlı Şaban Efe demesinler, dedi.

Köylüler, ihtiyar efenin bu sözlerine kıs kıs gülüyorlar ve:

-Efe vazgeç bu işten, senin artık böyle şeylere karışacak zamanın geçti, diyorlardı.

Bu nasihatler onu daha çok çileden çıkarttı ve ertesi gün soluğu kasabadaki zaptiye karakolunda aldı. Binbaşıya kararını, ayni azim ve metanetle söyledi. Fakat binbaşı, ihtiyarı şöyle tepeden tırnağa kadar süzdükten sonra acı ve alaycı bir şekilde:

-Bu işler sana kaldıysa vay halimize...dedi.

Binbaşının sözü Şaban Efenin kalbine bir ok gibi saplanmıştı. Bir müddet köye dönmekle, dağlara çıkmak arasında mütereddid kaldı. Kendini dinledi. Kollarını yokladı, yürüyecek, kımıldayacak hali yoktu. Çaresiz iki büklüm, köye dönmek üzere yola koyuldu.

Bizim Cehaletimizi Anlarlar
Osmanlı Hikayeleri
Bir gün Mısırlı Mustafa Fazıl Paşa'ya arkadaşı sormuş:

-Hürriyet ve maarif sayesinde milletin gözü açılırsa ne olur?

Mustafa Fazıl Paşa:

-Ne olacak, o zaman millet bizim cehaletimizi ve kendi ızdırabını daha yakından görür.

Borcun vadesi
Osmanlı Hikayeleri
Osmanlı  vezirlerinden biri, fakir ve muhtaçlara devlet hazinesinden borç para veriyor, borç alanlar, "Bunu ne zaman geriye ödeyeceğiz?" diye sorduklarında, "Padişahımız ölünce ödersiniz" diye cevap veriyordu. Bu duruma şahid olan bir adam, bir gün Padişaha:

-Efendimiz sizin veziriniz devletinizin hazinesinden muhtaçlara borç para veriyor, vadesini de sizin ölümünüze bağlıyor. Demek ki niyeti kötü, sizin bir an önce ölmenizi istiyor, siz ölünce de paraları zimmetine geçirecek,diye gammazladı.

Bunun üzerine padişah, vezirini Kendisini huzuruna çağırıp söylenenlerin doğruluk derecesini ve maksadının ne olduğunu sordu. Vezir, sıradan bir vezir değildi. Padişahı yatıştıran ve yüreğini ferahlatan şu açıklamada bulundu:

-Padişahım, söylenen doğrudur. Ben hazineden muhtaçlara borç para veriyor, vadesini de sizin ölümünüze bağlıyorum. Ama bunu sizin ölmenizi değil, tersine daha çok yaşamanızı istediğim için yapıyorum. Bilirsiniz ki her borçluya borcunun vadesi kısa gelir, vade dolmasın diye bakar, bunun için dua eder. Bu demektir ki borçlarını siz ölünce verecek olanlar, borçlarının vadesi dolmasın diye sizin ölmemeniz için dua edeceklerdir. Allahı katında en makbul dualardan biri de borç altındaki kullarının duasıdır. Benim de maksadım ömrünüzün uzunluğu, sağlık ve afiyetinizdir.

Boynuzsuz koç
Osmanlı Hikayeleri

Osmanlı imparatorluğunda yetişmiş bir iki kadın şairden biri olan Fitnat Hanım ile çağdaşları olan Koca Ragıp Paşa ve Şair Haşmet arasında geçtiği rivayet edilen bir çok olay anlatılmaktadır.

Bu üç kişi ellerine fırsat düştüğünde birbirini kıyasıya iğnelemekten de geri durmazlarmış. Ragıp Paşa'nın da, Haşmet'in de Fitnat Hanıma aşk duyguları besledikleri de bilinmektedir.

Bir kurban bayramı arefesinde, Fitnat Hanım kurbanlık almak için Beyazıt çevresinde dolaşıyormuş. Şair Haşmet de oradaymış. Haşmet gökte ararken yerde bulduğu Fitnat Hanımı görünce hemen önünde bir reverans yapıp bir emri olup olmadığını sormuş. Fitnat Hanım bir emri bulunmadığını, bayram için kurbanlık bir koç alacağını söylemiş. Haşmet takılmadan edememiş:

- Bu bayram kulunuzu kurban etseniz olmaz mı?

- Maalesef olmaz, çünkü bu bayram boynuzsuz bir koç kurban edeceğim.

Böyle Defterdar Gerekmez
Osmanlı Hikayeleri
Yeniçerilere üç ayda bir ulufe denilen maaş dağıtılırdı. III. Murat devrinde bir gün ulufe dağıtılmış ve huzuruna gelen Sadrazam şöyle demişti:

“Hünkarım Leşker-i Hümayun'un ulufesini tevzi ettik. Lakin bir miktar akçe arttı. Ferman-ı Hümayunu­nuz olursa, ihtiyat akçe olarak hazine-i hassaya koyup saklayalum ... "

Bu duruma öfkelenen Padişah ise;

-Benim vezirim, her zaman ulufe dağıtırken akçe genelde gelmez, artmaz iken, bu kez gelmesinin ve artmasının sebebi nedir? Belli ki, defterdarımız bize yaran­mak için fazla akçe almış, hazinede fazla akçe toplanmıştır. Padişaha yaranmak için halka baskı yapıp zulme­den, halkın malını elinden alan defterdar bize gerekmez, demiş ve defterdarı kovmuştur.

Bu Devlet-i aliyye öyle bir devlettir ki
Osmanlı Hikayeleri
İnebahtı felaketinde Osmanlı donanması, Haçlı donanması tarafından pusuya düşürülüp imha edildiği sırada, Uluç Ali Paşa, kendi kumandasındaki birkaç gemiyi kurtarmayı başarmış ve İstanbul’a gelerek bu faciayı haber vermişti. Bunun üzerine Sultan II. Selim Han onun bu kısmi başarısından dolayı onu Kaptan-ı Deryalığa tayin etti ve adını da Uluç Ali Reis’den Kılıç Ali Paşa’ya çevirdi.

Diğer taraftan Sadrazam Sokollu Mehmed Paşa, yeniden donanma inşası için, bütün devlet erkanını harekete geçirerek, Osmanlı ülkelerinin bütün imkanlarını seferber etmişti. Çalışmaları büyük bir titizlikle takibediyor, heryere girip çıkıyor ve işlerin aksamasına meydan vermiyordu. Yanına Kaptanı Derya tayin edilen Kılıç Ali Paşa’yı da alarak çıkıyordu.

Kılıç Ali Paşa bu çalışmaları hayretle takibediyordu. Kendisi leventlikten yetişme olduğu için, bütün hayatı denizlerde geçtiğinden ve İstanbul’un ahvalini, devletin kudret ve imkanları hakkında faza bir bilgi sahibi olamadığından, bir gün Sokollu’ya:

-Tekne icad ve ihdası mümkündür. Velakin bir kış içinde ikiyüz gemiye beş altı yüz lenger ve buna göre âlât ki, palamar ve ip ve her gemiye yelken asla tekmil ve tedarik olunma sına ihtimal yoktur.

Bu sözleri işiten Sokollu Memed Paşa öfkelenerek:

-Paşa, Paşa... sen bu Devlet-i Aliyye’yi henüz tanımamışsın. Bu devlet öyle bir devlettir ki, murad edinirse, cümle donanmanın direklerini altından, lengerlerini gümüşten, iplerini ibrişimden ve yelkenlerini atlastan etmekte güçlük çekmez. Gemilerin mutad olan aletlerini ve yelkenlerini yetiştiremez isem, gel benden al...

Bu söz üzerine hatasını anlayan Kılıç Ali Paşa, Sokollu’nun elini öptükten sonra:

-Tahkîk bildim ki, bu donanmayı siz tekmil edersiniz...dedi.

Beş buçuk ay sonra...

Osmanlı devletinin muazzam imkanlarıyla, tam İKİYÜZELLİ gemi, bütün teçhizatı, müthiş silahları ve cephanesiyle harbe hazır olarak, Kılıç Ali Paşa’nın kumandasında, 12 Haziran 1572 Perşembe günü, Hristiyan dünyasının hayretleri altında Akdeniz’e açıldı ve bir asır daha bu suları bir Osmanlı gölü halinde tuttu.


Bu ecel teridir
Osmanlı Hikayeleri
Sultan II. Abdülhamid Hân’ın, son gününde, hayatında hiç bir sabah terk etmediği banyo ve duşa girmesi hastalığını ağırlaştırmıştı. Son gününü Müşfika Dördüncü Kadı-Efendi şöyle anlatıyor:

"O gün sabah banyosunu yaptı. Ben çamaşırlarını giydirdim Fakat baktım ki sırtı durmadan terliyor.

-Aman Efendiciğim, çok terliyorsunuz, dedim. 

-Kadın-Efendi, bu, ecel teridir, cevabını verdi.

Elbisesini giydi. Kahvesini verdik. Hamamdan sonra kahve içmek itiyâdında idi. Yarım bardak sütlü maden suyu da içti.Oturduğu yerde iki rek’at namaz kıldı. Bundan sonra ağırlaşmaya başladı.”

Abdülhamid Hân hazretleri, 1 Kasım 1912’den vefât günü olan 10 Şubat’a kadar 5 yıl, 3 ay, 9 gün Beylerbeyi sarayında kalmıştır. Burada en küçük oğlu Şehzâde Mehmed Âbid Efendi ve en sevgili zevcesi Müşfika 4. Kadın-efendi ile yaşamıştır. Tahttan indirildikten 8 yıl, 9 ay, 13 gün sonra 75 yaşını 4 ay, 19 gün geçe burada dâr-ı bekâya irtihâl etmişlerdir.S. Abdülhamid Hân’ın vefât yılı, aynı zamanda, Birinci Dünya Savaşı fâciasının da son yılıdır.

Bu ne müfsidane tekliftir
Osmanlı Hikayeleri
Mercidabık Seferi pahalıya patladığından, hazinenin paraya ihtiyacı olur. Yavuz Defterdarından para bulmasını iser. Defterdar bir formül teklif eder:

-Hünkarım! Hazinei Hümayündaki akçe darlığını izale itmek içün, bir fırsat zuhur itmişdur. Şam’ın en zengin adamı vefat etdi. Gerüye altı aylık bir oğlancuk ile külliyetli miktar akçe bıraktı. Çocuğun katli, meblüğın müsadere (el koyma) ile hazineye kaydı hususunda, ferman Hünkarundur.”

Yavuz Padişah bunu duyar duymaz yerinden fırlıyor, müthiş bir öfke bulutu halinde kükrüyor:

-Bre! Bu ne müfsidane bir tekliftir? Bilmez misin ki, biz buralara ahaliye baskı ve zulüm yapmağa değil, ahaliyi baskı ve zulümden kurtarub rahat ittirmeğe geldük; ahalinin malını mülkünü müsadereye değil, daha fazla zengin itmeğe geldük; milletin huzurunu bozmağa değil, huzur kaynağı olmağa geldük!” Derin derin nefeslendikten sonra, ekliyor: “Müteveffaya rahmet, malına bereket, oğluna afiyet, gammaza lanet.”"

Bulgar Pehlivanı
Osmanlı Hikayeleri
Kanuni spora meraklıdır. Bir gün saltanat kayığı ile dergahın iskelesine yaklaşır ve Yahya Efendi'yi alıp, Yeniköy Çayırı'na götürür. Burada güreşler vardır. Ancak hiç hesapta olmayan şeyler olur. Nereden geldiği bilinmeyen Bulgar asıllı bir pehlivan bizimkileri duman eder. Adam insan azmanıdır, bacakları kök salar çınar gibi. Koca koca yiğitler çaresiz kalırlar. Bırakın yenmeyi, yerinden kıpırdatamazlar. Adam her yıktığı Türkün ardından kahkahalar atar, haçını öperek tamenna çakar. Yerli Rumlar sevinçten çıldırırlar. Kanuni mi? Kahrolur tabii. Yahya Efendi bakar Padişah çok üzülüyor, çıkar meydana ve akıllara durgunluk bir pazarlık yapar.

-Yenilen, yenenin dinini kabul edecek tamam mı? der.

Bulgar pehlivanı bıyıklarını burarak güler, teklifi kabul eder. Ancak bu aksakallı ihtiyar karşısında eli ayağı tutmaz olur. Adalelerinde güç, derman kalmaz. Yahya Efendi onun sırtını yere vurur mu bilmiyoruz, ama nefsini ve kibrini yerden yere vurur. Gözünü ve gönlünü açar. Sayfa sayfa hakikatleri aralar. Pehlivan diz çöker, iman eder.

Bunca pisliği neresinden çıkarıyor?
Osmanlı Hikayeleri
Şiir yazmaya hevesli zengin bir ağa, yazdığı şiirleri uşağı ile incelemesi için meşhur şair Keçecizade İzzet Molla'ya yollamış. İzzet Molla bakmış şiirlerin ipe sapa gelir yanı yok, ağaya, "Perhiz yapsın" diye haber göndermiş. Aradan zaman geçmiş. Ağa İzzet Molla'ya bir tomar daha şiir göndermiş.

İzzet Mola yine "Perhiz yapsın, demiş. Bir müddet sonra ağa bir parti daha şiir yollamış.

İzzet molla şiirlerin çokluğuna bakıp ağanın perhize devam etmesini isteyince uşak,

-Efendim, ağam o kadar perhiz yaptı ki iğne ipliğe döndü, devam edecek hali kalmadı, demiş.

İzzet Molla parlamış:

-Ulan, ağan bu derece sıkı perhiz yapıyor da bunca pisliği neresinden çıkarıyor?

Buyrun cenaze namazına
Osmanlı Hikayeleri
Sultan IV. Murad Han, koyduğu içki ve tütün yasağının uygulanıp uygulanmadığını bizzat kontrol etmek için geceleri tebdil-i kıyafetle dolaşır ve yasağa uymayanları şiddetle cezalandırırdı. Yine bir gece şehri dolaşırken kapıları kapalı bir kahvehaneden ışık sızdığını görüp oraya yaklaştı. Pencere deliğinden içeri baktığında birkaç kişinin içki ve tütün içtiklerini gördü. Yavaşça içeri girdi ve masanın birine ilişti. Kahveci, gelenin de tiryaki olduğunu zannederek yanına yaklaştı. Sultan Murad kahveciye:

-İçki içmenin yasak olduğunu bilmiyor musun?”dediğinde kahveci:

-Erenler, uzun etme hadi sen de çek,dedi.

Padişah sesini bira daha yükseltip:

-Padişahın emrine karşı gelmenin ne demek olduğunu bilmiyor musun? diye tekrar sorunca kahveci dayanamayıp:

-Beyzadem, adınızı bağışlar mısınız” dedi.

Padişah da:

-Murad, deyince, kahveci:

-Sultanlığı da var mı? diye sordu.

Padişah:

-Evet, deyince, kahveci yandaki masaya yatıp bağırdı:

-Öyleyse buyurun cenaze namazına!


Cami ve Kilise
Osmanlı Hikayeleri
Hazreti Fatih İstanbul'u fethettikten sonra, Avrupada fütuhata devam ediyordu. Bir seferinde Sırbistan hududuna gelmiş ve Sırbistan'ın fethi artık an meselesi idi. Sırp Kralı Brankoviç bir yanda Macaristan bir yanda da Türkler olduğu için arada zor durumda kalmıştı. Her iki büyük devletten birine sığınmak, ondan yardım istemek düşüncesiyle, her iki tarafa da elçiler gönderdi. "Sırbistan elinize geçer ve burayı fethederseniz nasıl muamele edeceksiniz?" diye fikirlerini öğrenmek istedi.

Sırplılar ortodoks mezhebine mensup olduklarından, katolik Macar Kralı Hünyad tarafından şu cevabı aldı:

-Eğer Sırbistan bizim elimize geçer ve biz oraları istilâ edersek, bütün Sırplıları katolik edinceye kadar mücadele ederiz ve bütün kiliseleri yıkar, yerlerine katolik kilisesi inşa ederiz...

Fatih Sultan Mehmet Hazretlerine giden elçi şu cevapla dönmüştü:

-Biz Sırbistan'ı alırsak, İslâmiyetin Allah indinde tek din olduğunu ilân ederiz. Ve bu arada hiç kimseyi, kendi dininden dönmeye zorlamayız. İsteyen eski dininin icabı olan kiliseye gider, isteyen Allah indinde tek din olan İslâmiyeti seçer, dünya ve ahiret selâmetine kavuşur.

Can çekişme
Osmanlı Hikayeleri
Büyük vatan şairi Namık Kemal, yazı ve konuşmalarında, İmparatorluğun sürekli gerileyen, zayıflayan durumunu anlatabilmek için sık sık "imparatorluk can çekişiyor" ifadesini kullanıyormuş. Bu ifade üzerine bazıları kendisine sataşmışlar:

- Yıllardır "imparatorluk can çekişiyor" diye yazıp söylüyorsun, ama hala ayakta duruyor, yıkılacak gibi de görünmüyor...

- Benim dediğim bakkal Mehmet ağanın can çekişmesi değil, koskoca imparatorluğun can çekişmesidir. 600 yıllık İmparatorluğun can çekişmesi elbette bir yarım yüz yıl sürer.

Casus herşeyi görsün
Osmanlı Hikayeleri
Viyana seferine çıkan Osmanlı ordusu, Budapeşte önlerine gelmiş, şehri kuşatmıştı. O gün, civarda dolaşan bir yaancı yakalandı ve doğruca Veziriazam İbrahim Paşa’nın huzuruna çıkarıldı. İbrahim Paşa adama Hırvatça sordu:

-Sen kimsin?

-Kralım Ferdinand’ın subayıyım efendimiz.

-Demek casusluk niyetiyle geldin. Ne öğrenmek istersin?

-Vazifem, ordunuz hakkında bilgi toplamaktı.

Yakalanan casus, en azından hapsedilir. Ama İbrahim Paşa gülerek:

-Var istediğin bilgiyi topla, dedi ve emir subayına dönüp, casusa istediği her şeyin gösterilmesini emretti.

Alman subayı böylece âdeta misafir muamelesi gördü. Osmanlı ordugahını baştan başa dolaştı, askeri birlikleri inceledi. Sonra tekrar huzura çıkarıldı.

İbrahim Paşa onu salıverirken:

-Haydi git, dedi, gördüklerini kralına anlat!... anlat ki, karşısındaki ordunun yenilmez olduğunu anlasın ve bu savaştan vazgeçsin.

Cesedi de Gregoryenlerin Olsun

Osmanlı Hikayeleri
Keçecizade Fuata Paşa'nın sadrazamlığı zamanında ölen zengin bir Ermeni'nin Katolikler Katolik, Gregoryenler Gregoryen olduğunu iddia etti. Bu ihtilaf, kavgya kadar vardı. Her iki taraf sadrazama müracaatla mezhep noktasından hasıl olan  ihtilafın hallini istediler.

Fuat Paşa Katoliklere sordu:

- Ölenin Katolik olarak öldüğüne tamamen emin misiniz?

Katoliklerden:

-Tamamıyla eminiz, cevabını alınca:

-Demek ki ruhuna siz sahip bulunuyorsunuz, değil mi?

Katolikler:

-Evet efendim, dediler.

-O halde insaf edin, cesedi de Gregoryenlerin olsun, dedi.

Bu kestirme cevap üzerine Katolikler bir şey diyemedi. Ölü, Gregoryenler tarafından gömüldü.

Ciğer Paresi Ciğer Yaresi
Osmanlı Hikayeleri
Osmanlı’nın son devir edebiyatçılarından olan, fakat derbeder ve serseri bir hayat sürdüğü için şiirlerini yayınlatamayan, bu yüzden de edebiyat sahasında pek tanınmayan Adana’lı Ziya Bey, Afyon Evkaf Müdürü iken, bir gün İstanbul’a geldi ve Sirkeci’de, cebi ve midesi boş bir şekilde dolaşmaya başladı. Açlık canına tak etmiş olacak ki, aç karnına düşünmektense, yok karnına başına geleceklere katlanmaya hazır olarak bir ciğer kebapçısına girdi. Kendisine esaslı bir ciğer ziyafeti çektikten sonra kebapçıya seslendi:

-Bak usta, cebimde tek kuruş yok. Bu durumda herhalde döveceksin beni. Hadi elini çabuk tut, hesabımı gör de gideyim.

-Yağma yok, dedi kebapçı, seni dövmekten ne kazancım olacak. Ama mutafağa geç, üç gün boyunca bulaşıkları yıka da ödeşelim.

Adam dediğini yapacak. Kurtuluş yok. Ziya Bey bunu anlayınca hemen kalemini çıkardı ve bir kağıt parçası bularak yazdığı şu beyti, garson yamağına verip, o civardaki otellerden birinde kalan bir arkadaşına gönderdi:

Dağladı aşçı diliyle, ciğerim yâresini
Ciğerim pâresi, gel ver ciğerin pâresini

Az sonra para geldi ve Ziya Bey de bulaşık yıkamaktan kurtuldu.

Çal Çoban Çal
Osmanlı Hikayeleri
Yıldırım Bayezid Han’ın en sevdiği oğlu Ertuğrul, Sivas’da vali olarak bulunuyordu.

Timur Han bütün İran’ı ele geçirip bir kasırga gibi Doğu Anadolu’ya girdi. Osmanlı Devletinin o zamanki en uzak noktası Sivas idi.

Timur, hızla Sivas’ı kuşattı ve teslim olmasını istedi. Fakat şehrin kumandanı olan Ertuğrul bunu reddedince şiddetli bir kuşatma başladı. İçeriden elde ettiği adamları, şehrin kapılarını gizlice Timur askerine açınca, Sivas Timur’un eline geçti. Ertuğrul ise bir avuç askeriyle çarpışa çarpışa şehid oldu.

Bu haber Yıldırım’a ulaşınca acılar içinde kaldı. Bir yandan Ertuğrul gibi bir oğul, diğer yandan Sivas gibi bir kalenin kaybı onu çok sarstı. Bu yüzden efkar dağıtmak için arasıra Uludağ sırtlarına doğru gezintiye çıkıyordu.

Yine birgün yanında veziri olduğu halde dağ eteklerine çıkmıştı. Biraz sonra, koyunlarını otlağa salmış, sırtını bir ağaca yaslamış bir çobanın, kavalıyla içli havalar çaldığını duydular ve oraya yöneldiler. Bir müddet gözyaşları içinde onu dinledikten sonra Yıldırım Bayezid Han:

“Çal çoban çal...Keyif de senin, rahat da senin. Kaybettiğin neyin var ki. Sivas gibi kalen mi gitti, Ertuğrul gibi oğlun mu öldü? Çal çoban çal...”

Çapanoğlu gibi arkan var
Osmanlı Hikayeleri

Sultan II. Mahmud devrinde hakimiyetlerine son verilen Anadolu’nun  meşhur derebeyi sülalelerinden biri de Yozgat’taki Çapanoğullarıydı. Bunlardan Çapanoğlu Süleyman Bey, diğer derebeylerin aksine merhametli ve zayıfları koruyan bir beydi.

Bir gün, zayıflıktan iskeleti çıkmış bir eşek, Çapanoğlu konağının önünde mecalsiz bir halde dolaşırken, açlıktan konak kapısının ipini kemirmeğe başlar. İp sallanınca ucundaki çıngırak da çalar. Kapıda biri var zannederek kapıyı açan uşaklar, eşeğin bu haline acır ve bunda bir iş var diyerek Çapanoğlu’na haber verirler. Hayvancağızı gören Süleyman Bey, eşeğin sahibini buldurur ve adama okkalı bir sopa attırdıktan sonra:

-Bu hayvana günde beş okka arpa yedirip tımarını yapacaksın ve her hafta bana getirip göstereceksin, der.

Bu esaslı bakım sonunda hayvan çok semirir ve avazı çıkıtığı kadar anırır. Eşek anırdıkça sahibi de mahzun mahzun şöyle der:

-Anır eşeğim anır, Çapanoğlu gibi arkan var.

Darı Ekmek
Osmanlı Hikayeleri
Padişahlardan biri maiyetiyle birlikte bir gezintiye çıkmıştı. Yolu üzerindeki bir köyde çok yaşlı bir adamın tarlasına fidan dikmekle meşgul olduğunu gördü. İhtiyara uzaktan seslendi:

- Baba, sen ne diye fidan dikmeye uğraşıyorsun? Maşallah yaşını yaşamışsın, bu diktiğin fidanların meyvesinden herhalde yiyemezsin.

İhtiyar cevap verdi:

- Bu diktiğim fidanların meyvesini bizim yememiz şart değil evlat. Biz nasıl bizden öncekilerin diktiği fidanların meyvesinden yedikse, bizim diktiğimiz fidanların meyvesini de bizden sonrakiler yer.

Bu cevap hükümdarın hoşuna gitti ve ihtiyara bir kese altın verilmesini emretti. İhtiyar bu ihsanı karşılıksız bırakmadı:

- Gördün mü evlat, bizim diktiğimiz fidanlar şimdiden meyve verdi.

Bu cevap da hükümdarın hoşuna gitti, bir kese daha altın verilmesini emretti. Yaşlı köylü sıradan biri değildi. Çarıklı erkânı harp diye nitelenen kişilerden biriydi:

- Evlat herkesin diktiği fidan yılda bir defa meyve verir, bizim diktiğimiz fidan yılda iki defa meyva verdi. Bu diplomatça cevap da hükümdarın hoşuna gitti ve bir kese daha altın verilmesini emretti. Ama bu defa vezir araya girdi ve hükümdarı uyardı:

-Aman sultanım bir an önce buradan uzaklaşalım. Bu ihtiyar bu gidişle tarlasına fidan dikmek yerine, devletin hazinesine darı ekecek.

Değil bir yabancı için
Osmanlı Hikayeleri
Sultan Abdülaziz devri devlet adamlarından İbrahim Edhem Paşa, Fransa’da talebe iken mektep birincisi olmuştu. Bunun için İmparator III. Napolyon tarafından şerefine düzenlenen yemeğe davet edildi.

İmparator, İbrahim Edhem’i birkaç sözle tebrik etti. Edhem de Fransızca olarak gayet güzel bir konuşma yaptı. Fakat bir kelimede hata ettiğini anlayınca:

-Ben bir Fransız olmadığımdan, yaptığım kelime hatasından dolayı affımı istirham ederim, dedi.

III. Napolyon ayağa kalkarak:

-Ben böyle bir hatayı, değil bir yabancı için, bir Fransız için bile affederim, cevabını verdi.

Değirmen Taşı
Osmanlı Hikayeleri
19. yy. âlim ve şairlerinden Gaziantepli Hasırcızade Mehmet Ağa, devrinin en nüktedan kişilerinden biriymiş. Dönemin devlet adamlarından Fuat Paşa ile de tanışıklığı olan Hasırcızade Mehmet, Paşayla görüştüğü bir gün, gözü onun parmağındaki yüzüğe takılmış. Fuat paşa sormuş:

- Taşına mı bakıyorsunuz?

- Evet Paşam.

- Elmastır.

- Ne faydası var, yani ne getirir?

- Yüzük taşı ne getirecek Mehmet Ağa?

  - Benim de babadan kalma iki taşım var, senede yüz altın getirirler.

- Yaa, ne taşı bunlar?

- Değirmen taşı paşam.

Denize düşen yılana sarılır
Osmanlı Hikayeleri
Mısır Valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın isyanı büyüyünce Sultan II. Mahmud çaresiz kaldı. Hatta Mehmed Ali Paşa ordusu Kütahya yakınlarına kadar ilerledi. II. Mahmud Han, İngiliz ve Fransızlardan ardım istedi ise de onlar bunu “Baba-oğul arasındaki mesele” addede rek yardım etmediler.

Başka yapacak şeyi kalmayan Sultan II. Mahmud bu sefer Ruslardan yardım istedi. Öteden beri Anadolu’da gözü olan Rus Çarı, bu isteği memnuniyetle kabul etti.

Ruslardan yardım istenmesine tepki gösteren vezirlere, Usltan Mahmud:

- Ne yapalım, denize düşen, yılana sarılır, diye cevap verdi.

Derya üzre cami
Osmanlı Hikayeleri
Kaptan-ı Derya Kılıç Ali Paşa, bir gün zamanın padişahı III. Murad Han’ın huzuruna çıkarak, kendi adına bir cami yaptırmak için müsaadelerini istedi. Fakat şair ruhlu ve aynı zamanda nüktedan olan padişah:

- Sen ki deryaların serdarısın. Muktedir isen camiini derya üzre inşa et! Sana karada bir karış yer yoktur,diye ferman buyurdu.

Kılıç Ali Paşa bu fermanı gayet soğukkanlı karşıladı ve:

-Hünkarımız doğru derler. Bizim evimiz de, mekanımız da deryalar dır. O halde mabedimizin de derya üzre inşası münasibdir, deyip müsaade isteyerek huzurdan çıktı. Fakat deniz üzerine cami nasıl yapılacaktı? Hemen o devrin en büyük mimarı Koca Sinan’ın yanına vardı ve durumu ona anlatarak, bu eseri de kendisinin inşa etmesini istedi ve bunun için de, Tophane açıklarında bu inşaatın yapılabileceğini söyledi.

Mimar Sinan’ın, inşaat yerini görüp beğenmesiyle hemen harekete geçildi. Kılıç Ali Paşa, kadırgalarla Anadolu sahillerinden iri kayaları taşıtarak Tophane açıklarında denizi doldurtmaya başladı. Böylece birkaç gün içinde burada küçük bir ada meydana geldi. Burada sahile kadar da ahşap bir köprü inşa edildi. Sonra da Mimar Sinan  inşaata başladı. Eserini tamamlayınca o yüce mimar:

-Deryalar kudursa ve azgın dalgalar kubbenin tepesinden aşsa, yine bu mabed kıyamete kadar kalacaktır, dedi.

Sonraki asırlarda, sahil ile caminin bulunduğu ada arası doldurularak cami denizden içeride kalmıştır.

Devlet adamı ikiyüzlü olmaz!
Osmanlı Hikayeleri
Yusuf Kamil Paşa ve davetliler önceden bildirilen mükellef yemekleri iştahla yedikten sonra, meyve faslına geçilir. Masaya buzlu çilekler gelir. İlk olarak uzanan Yusuf Kamil Paşa, çatalını sapladığı iri bir çileği ağzına götürürken kazara masadaki tuzluğun içine düşürür. Ama ziyan olmasın diye tuza bulaşmış çileği alıp yer. Berbat bir tat verdiği halde bozuntuya vermez ve masada bulunanlara:

- Arkadaşlar, tuzlu çilek hiç de fena olmuyormuş, isteyen deneyebilir, diye tavsiyede bulunur. Bunun üzerine birkaç kişi dener. Bunlar:

- Paşam gerçekten nefis oluyor...

- Bundan sonra çileği hep tuzlu yemek isterim.

- Tuzlu çileğin lezzetini keşfetmekte geç bile kalmışız, gibi asılsız, Paşa’ya yaranma hedefi güden şeyler söylerler.

Kamil Paşa, o esnada masada bulunan, yardımcılarından, yeri geldiğinde sözünü esirgememekle tanınan, Minas Efendiye de:

- Arkadaşların görüşleri için sen ne dersin Minas Efendi, diye fikrini sorar.

Minas Efendi kendisinden beklendiği şekilde cevap verir:

- Paşam, bu adamlar özel hayatlarında bu düşüncelerini söyleseler üzerinde durulmaya değmezdi. Fakat devlet hayatında da böyle ikiyüzlü davrandıkları için, memlekette işler bu yüzden kötüye gidiyor!..

Devlet ve din uğrunda ölmeye geldiler
Osmanlı Hikayeleri
1853 senesinde Rus ordusu, Tuna kıyısındaki Silistre kalesini kuşatmıştı. Buraya yardım için memleketin her tarafından akın akın gönüllü geliyordu. Bunlar arasında Aydın’ın tanınmış efelerinden 100 kişi ile Isparta eşrafından birçokları vardı. Gelenlerden en çok dikkat çeken biri de 7 yaşında, mükemmel silahlanmış bir çocuktu. Kale kumandanı bu çocuğa hayretle bakarak:

-Bu kimdir? diye sordu.

Babası selam vererek öne çıktı ve:

-Oğlumdur efendim. Moskofa karşı harp açıldığını duyunca bir türlü yanımdan ayrılmadı. Din ve devlet uğrunda ölmeye geldi. Bu sahne bütün askerlerin gözlerini yaşarttı. Kumandan çocuğu okşadı.

Harp başladıktan sonra bu Anadolu çocuğu babasının yanından ayrılmadı ve onunla beraber savaştı. Hatta bir hücumda babası esir düşerken onu kurtarmağa muvafak oldu.

Devletin iki kanadı
Osmanlı Hikayeleri
Orhan Gâzî, Geyikli Baba nâmıyla bilinen zâtın, Bursa'nın fethinde gösterdiği hizmetlerin den dolayı çok memnun olmuştur. Bu sebeple bir gün ziyaretine gelerek, minnettarlığını şöyle ifade eder:

-Efendi Hazretleri, askerlerimizin arasında cihâda katılmakla bizi büyük bir zafere kavuşturdunuz. Gâzilerimiz ve biz, bu sebeple size minnettarız. Bu minnettarlığın bir ifadesi olarak da size İnegöl ve civarındaki yeşil yaylayı hediye etmek istiyoruz. Lütfen kabul buyurun ve şu andan itibaren üzerinize tapulu mülkünüz bilin.

Geyikli Baba müteşekkir ve mütebessim... Şu karşılığı verir:

-İhsânınıza teşekkür ederim. Lâyık olmadığımız şeyleri teklif buyurmaktasınız. Halbuki, bizler savaşan askerlerimizin arasına girerken, sadece i‘lâyı kelimetullahı asıl maksat yapmıştık. Bunun dışında en küçük bir maksat, zihnimize hulûl etmemişti. Şayet bu niyetimizde muvaffak olmuşsak ecrini almış, karşılığına kavuşmuşuz demektir. Başka bir mükâfata hakkımız yoktur. Eğer bu niyetimizde muvaffak olamamışsak, zâten ihsânınıza da lâyık değiliz demektir. Bununla beraber bize münâsip gördüğünüz yeşil yaylayı, tebaanızın göçebe olarak yaşamaya devam eden erenlerine ihsân ederseniz, bize vermiş gibi olursunuz.

Allah dostu, mâneviyat eri Geyikli Baba'nın bu kanaat ve ihlâsı, Orhan Gâzî'nin iyice hayranlığını celp eder. Artık Geyikli Baba'dan duâ almaya, nasîhat dinlemeye yönelir. Nitekim bir ziyaretinde, gittikçe genişleyen devletin yıkılmaması için duâ etmesi isteği gelir aklına ve dileğini şöyle ifade eder:

-Efendi Hazretleri, devletimiz her geçen gün genişlemekte, fetihlere muvaffak olup ilerlemektedir. Duânızı talep ediyorum; fetih durmasın, zafer dinmesin!

Geyikli Baba'nın cevabı şöyle olur:

- Her devletin madde ve mânâ olmak üzere iki kanadı vardır. Bu iki kanat sağlam olursa fetih durmaz, zafer dinmez. Yoksa kanadın biri kırılmışsa fetih şöyle dursun, boşlukta duramaz, kanadı kırık kuş gibi düşmekten kurtulamazsınız.

Dilekçesi sırtında
Osmanlı Hikayeleri
Ahmet Vefik Paşa, deli-dolu bir insandı ama, bir o kadar da yardım yapmayı severdi. Bir gün, kırk yıl çalıştıktan sonra, kadro darlığı yüzünden işinden çıkarılan bir memur, Paşa’nın karşısına çıkar:

- Çok muhterem vâli Paşa’mız hazretleri, diyerek söze başlar. Dilekçe yazmak için gerekli kâğıdı ve pulu alacak param bile yok. Bendenizi münasip göreceğiniz bir vazifeye yeniden tâyin etmenizi arz ve istirham ederim. Adım, falan oğlu filan. dilekçemin tarihi de bugündür, diye sözlü dilekçesini vâli Paşa’ya sunar. Vâli adamı dinler. Hademeyi çağırır ve tebeşir ister. Adama da sırtını dönmesini söyler ve sırtına tebeşirle şunları yazar:

“Dilekçe sahibine münasip bir vazifenin verilmesi için defterdar beye…”

Sonra da adama, gidip defterdarı görmesini söyler. Adam sevinerek çıkar; ancak, çok geçmeden defterdar vâlinin makamında görülür. Adamın sırtındaki yazıyı okumuştur. Bunun şaka olup olmadığını bir de vâliye sorup, emri bir de vâliden duymak ister.

Ahmet Vefik Paşa defterdara:

- Bunun şakası-makası yok. Bîçâre adamın dilekçe yazacak ve buna pul yapıştıracak kadar bile parası yokmuş. Onun için dilekçesini sözlü okudu. Ben de bir seferlik pul parasını affettim. Kâğıdı olmadığına göre havâleyi de tebeşirle sırtına yazdım. Zavallı adamı hemen uygun bir işe yerleştiriniz, diye emir verir.

Doğru yoldan ayrılmamak
Osmanlı Hikayeleri

Aylaklıktan, başıboşluktan usanan, bunun çıkar yol olmadığını anlayıp doğru yola gelmeye karar veren mirasyedi bir adam, padişaha çıkıp, doğruluktan ayrılmadan, dürüstçe yaşamak için kendisine bir yol göstermesini istedi. Padişah da adama ağzına kadar dolu bir fıçı zeytinyağı verdi. Bunu tek bir damla bile dökmeden şehrin bir ucundan öbür ucuna götürmesini, bir damla dahi döktüğü takdirde hemen orada boynunun vurulacağını söyledi. Yanına da kontrol için yalın kılıç iki gözcü verdi. Adam fıçıyı kralın buyruğuna uygun şekilde, bütün gücünü, dikkat ve zekasını kullanarak bir damla bile dökmeden şehrin bir başından öbürüne götürdü. Sonra geri dönüp kralın huzuruna yeniden çıktı. Verilen görevi eksiksiz yerine getirdiğini söyledi.

Padişah, adama sordu:

- Şehirde ne gördün, neye şahit oldun?

O gün şehirde pazar kurulduğu, her yanın iğne atılsa yere düşmeyecek kadar kalabalık olduğu bir gündü. Buna rağmen adam şu cevabı verdi.

-Efendimiz, ucunda can kaygısı da bulunduğundan fıçıdaki yağı dökmemek için öylesine bir dikkat içindeydim ki, bir an bile gözümü fıçıdan ayırıp çevreye bakamadım. Bu nedenle ne kimseyi gördüm, ne de bir olaya şahit oldum.

Padişah, bu dersten sonra gönül rahatlığı ile tavsiyesini yaptı:

-İşte, yaptığın her işte, sana verilen her vazifede böyle dikkatli olur, kendini işine verirsen, Allah'ın her an seni kontrol ettiğini de aklından çıkarmazsan, hiç bir zaman doğru yoldan ayrılmazsın.

Doğrusu bu ateş bin altına değer
Osmanlı Hikayeleri

Kanuni Sultan Süleyman, Halkalı yakınlarında avla­nırken çıkan bir fırtınada yağmurdan ıslanmışlar. Bir eve sığınmışlar. Sultan, ateşin karşısına geçip şöyle demiş:

-Doğrusu bu ateş bin altına değer.

Bir müddet sonra konakladıkları evden ayrılırken padişah ev sahibine borcunun ne kadar olduğunu sorar.

Köylü şöyle cevap verir:

-Bin bir altın efendim.

Bu cevaba çok şaşıran padişah, bu kadar fazla ücre­ti istemesinin sebebini sorar. Köylü bunada şöyle cevap verir:

-Efendimiz, ateş için bin altınlık değeri siz söylemiştiniz. Bir altın da konak ücretidir.

Doğum
Osmanlı Hikayeleri
Abdülhamid Han'ın uzun yıllar mâbeyn kâtipliğini yapmış Tahsin Paşa, hâtıralarında anlatıyor:

-Bir akşamdı. Mabeynde nöbetçi olarak ben kalmıştım. Gelen mektup, telgraf, rapor ve tezkerelerin listesini tertipleyip huzura çıkmak üzereyken bir telgraf geldi. İstanbul'da Laleli postanesi memurlarından birinin Yıldız'a çektiği bu telgrafta, karısının o gece doğum yapacağı, doğumun çok zor olacağına dair doktorlar tarafından dikkat işareti verildiği, elinde hiçbir vasıta bulunmadığı ve Merhamet-i Şâhâneye sığındığını bildiriyordu. Bu telgrafa kıymet vermedim ve onu listeye almadım.

Huzurda Padişah, âdeti icabı her şeyi ayrı ayrı gözden geçirdikten sonra ilâve etti:

-Başka bir şey var mı? Telgrafı söyledim ve arza değmeyeceğini düşünerek listeye almadığımı arzettim.

Emir verdi:

-Hemen getiriniz. Getirdim...

Dikkatle okudu ve derhal mütehassis bir tabip ve bir yaverle doğru Laleli'ye giderek doğumu kontrol altına almalarını, benim de kendilerine refakat etmemi ferman etti.

Gittik ve işimizi bitirip sabaha karşı döndük. Bir de ne görelim?! Hünkâr, bahçe üzerindeki odasında, ışıkları açık, cama vurarak bizi çağırmıyor mu? Sabaha kadar uyumayıp bizi beklediğini anladık. Neticeyi sordu. Doğumun zor olduğunu, fakat müdahaleyle kadının kurtulduğunu, çocuğa 'Abdülhamid' isminin verildiğini, 'ihsan-ı Şahane'nin de aile reisine teslim edildiğini ve adamın ağlayarak ömür ve devletlerine dua ettiğini anlattım. Bizi ayakta dinledi, sadece rahatladığını gösteren bir 'oh' çekti ve sabah namazına durdu.

Dörtyüz kese altın
Osmanlı Hikayeleri

Öküz Mehmed Paşa, Ulukışla’nın bir aşireti olan “Oğuz” aşiretindendi. Fakat Türkmenler arasında  Oğuz kelimesi, Okuz olarak söylenir ve yazılırdı. Buna  nisbetle Mehmed Paşa’nın adı Okuz Mehmed Paşa olmasına rağmen, yazılırken yapılan bir hata ile Öküz olarak meşhur oldu. Sultan I. Ahmed’in damadıdır. Kızı Gevherhan Sultan ile evlenmiştir. Mehmed Paşa’nın ilk vazifesi, Mısır Valiliğidir. Daha 27 yaşında iken Gevherhan Sultan ile evlenmiş ve hemen Mısır Valiliğine tayin edilmişti. Hatta padişah, kızına, kocasının önceden gidip yerleşmesinden sonra, arkadan kendisini gönderebileceğini söylemiş fakat Gevherhan Sultan, kocası nereye giderse onunla beraber olmak istediğini söylemişti. Paşa Mısır’a gelip makamına oturunca, onu tebrik etmeğe önce vergi tahsildarları geldi. El öpüp yanyana sıralandıktan sonra en yaşlıları geldi ve atlas keseler içinde bir sandık takdim etti. Mehmed Paşa bunun ne olduğunu sorunca:

-Paşam, her tayin edilen valiye hediyemizdir. İçinde 400 kese altın vardır.

Mesele anlaşılır. Mısır’ın muazzam vergilerini toplayanlar, bunun mühim bir kısmını da kendilerine ayırıyorlar, bu duruma ses çıkarmamaları için de her gelen valiye rüşvet veriyorlardı. Böylece halkı istedikleri gibi soyacaklardı. İşte o anda kıyamet koptu. Paşa yerinden fırladı ve salonu titreten bir sesle bağırdı:

-Bre vicdansızlar, Bre reziller, Bre Allah’dan korkmazlar!... Sizlerde hiç mi ahlak kalmamıştır? Defolun!... Hepinizi azlettim.

Sonra da beraberinde getirdiği Hasan Çavuş’u çağırdı ve:

-Bu altın keselerini hazineye irad kaydet ve bu rezilleri de derhal sürgün et. Bir daha Mısır’a uğramasınlar!

Bundan sonra Mısır’dan İstanbul’a gönderilen vergiler misli misli arttı. Mısır halkı da rahat bir nefes aldı.

Dürüstlüğün bedeli


Osmanlı Hikayeleri

Dahiliye Nâzırı Ahmet Reşit Bey anlatır:

1902 yılı Ramazan ayının 15. günü Hırka-i Saadet'i ziyaretten dönen II. Abdülhamid Hân, Hazine-i Hümâyûn'da bulunan Sultan III. Mehmet'e ait murassâ sorgucu ister. Sorguç, bir heyet tarafından yerinden alınır ve Bağdat Köşkü'nde padişaha takdim olunur. Hasan Şevkı Bey, huzurdan çıkınca, Başmâbeynci Hacı Ali Paşa'ya dert yanar:

- Efendimizin ulu ecdâdı, Hazine-i Hümâyûnlarına birçok şey koymuşlar, vermişler, fakat buradan bir habbe bile çıkarmamışlar ve alamamışlardır. Eğer şevketmeâb efendimiz bu sorgucu götüreceklerse, doğrusu bu âcizi çok mahzun edecekler.

II. Abdülhamid Hân, kızı Ayşe Sultan'a yaptıracağı taca örnek tutmak için istemiştir sorgucu. İtiraz kendisine arz edildiğinde, bunu geçici olarak aldığını, bayramın birinci günü iade edeceğini belirtir ve Hasan Şevkı Bey'e teslim edilmek üzere, bir de senet imzalayarak verir. Ve bayram gelir çatar. Yıldız Sarayı'nda yapılan bayramlaşma töreninden sonra, Hasan Şevkı Bey, söz konusu senedi Başmâbeyncinin eline tutuşturur ve "iâdenin temin buyurulmasını" ister. II. Abdülhamid Hân da senedini geri alıp sorgucu verirken şöyle der:

-Hasan Şevkı Bey'e selâm-ı şâhânemi söyle ve kendisinin vazifeşinaslığından memnun olduğumu da tebliğ et. Şu yüz altını da ver, bayram harçlığı yapsın.


Eğer biz padişah isek
Osmanlı Hikayeleri

Sultan II. Murad, “Oğlumu hâl-i hayatımda tahta geçirem, tâ ki gözüm bakarken görem, ne vechile padişahlık eder” diyerek 13 yaşındaki oğlu Şehzade Mehmed’i tahta geçirdi.

Çocuk yaşta bir hükümdarın tahta çıkması Avrupalıları ümide düşürdü. Osmanlılara karşı bir haçlı seferi hazırlıklarına girişildi. Polonya Kralı Ladislas, yanına Macaristan kralı Yanoş Hunyad’ı da alarak 100.000 kişilik bir haçlı ordusuyla, Osmanlıları Balkanlardan atmak için sefere çıktı. Veziriazam Çandarlızade Halil Paşa, durumu Sultan Murad’a anlatıp derhal ordunun başına geçmesi gerektiğini bildirdi ise de kabul etmedi. Bunun üzerine genç padişah II. Mehmed, hemen babasına mektup göndererek şunları yazdı:

-Eğer padişah siz iseniz, bu müşkil vaziyette devletinizin başında olmanız icab eder. Yok eğer padişah biz isek, size emrediyorum, hemen ordunun başına geçiniz!

Ellisinide Ona Vurun
Osmanlı Hikayeleri
Sultan Üçüncü Murad Han'ın müsahiplerinden biri huzurdan ayrılırken bahşiş verileceği sırada padişaha şöyle der:

-Padişahım, bu gün altın istemem. Onun yerine ba­na yüz değnek vurulsun.

Padişah yüz değnek vurulmasını emretmiş. Dayağın elli sopası vurulunca müsahip şöyle demiş: .

-Durun, bir ortağım var, ellisini de ona vurun.

Padişah ortağın kim olduğunu sorar:

-Her gün beni davet eden Bostancı, seni ben çağır­dım diyerek verilen bahşişin yarısını elimden alıyor. Bu­gün bana vurulan sopaların yarısı onun olsun.

Padişah bu sözden çok hoşlanmış ve geri kalan elli sopayı da Bostancı'ya vurdurmuş.

Emniyetli Bir Kimsesin
Osmanlı Hikayeleri
Koca Ragıp Paşa, bir gün ansızın, yaptırdığı kütüphaneye gitti. Etrafı ve kitapları toz toprak içinde görünce kütüphane memurunu çağırdı ve ona:

-Aferin Hâfız-ı Kütüb! Doğrusu pek emniyetli bir kimsesin. Sana teslim edilen eşyaya hiç el sürmüyorsun, dedi.

Eşekler neyin nesi?
Osmanlı Hikayeleri
Çevresindekilerce gizliden gizliye "Öküz" olarak adlandırılmış olan Mehmet Paşa'nın komuta ettiği ve İran'a karşı düzenlenen bir seferde, ordu komuta heyeti kışlak çadırında toplanmış taarruz planlarını gözden geçirirlerken, birliklerin iaşesi ve taşıma işleri icin getirilmiş öküzlerden biri çadırın aralığından kafasını uzatıp gözlerini Öküz Mehmet Paşa'ya dikmiş. Çevresindekiler gülmemek icin kendilerini zor tutmuşlar, biraz tebessüm ederlerken, ökuz gitmiş. Ancak bir süre sonra tekrar gelip, başını yine içeri uzatmış ve yine uzun uzun Öküz Mehmet Paşa'yı süzmüş. Bu sefer çevresindekiler artık kendilerini tutamayıp kahkahaları basmışlar. Herkes gülmekten kırılırken, Ökuz Mehmet Paşa,

-Bu hayvan bana ne diyor biliyor musunuz?" diye sormuş.

-Hadi senin kim olduğunu anladım da, bu yanındaki eşekler neyin nesi?' diye soruyor.

Fransızlar korkak ademlerdir
Osmanlı Hikayeleri
19.yüzyılda Almanya nın Mülhaym şehrindeki Ren nehrinin bir yakasında Almanlar, öbür yakasında da Fransızlar oturuyordu.

Fransızlar, her sene nehrin Almanlar'daki kısmına geçip mahsulün tümünü toplayıp götürüyorlardı.

O sıralar, birliğini temin edemeyen güçsüz Almanlar ise buna fazla ses çıkaramıyorlardı tabiî. Her sene böyle olunca çareyi Osmanlı Sultanına durumu yazıp, imdat istemekte bulurlar.

Mektupta şöyle denmektedir:

"Fransızlar her sene bize zulmediyor, mahsulümüzü elimizden alıyorlar. Siz ki, dünyaya adalet dağıtan bir imparatorluğun sultanı, İslamiyet'in dehalifesisiniz. Bizi şu zulümden kurtarın. Asker gönderin. Ürünlerimizi bu sene olsun toplama imkanı sağlayın."

Çöküş faslına girildiği bir zamana denk gelen yardım isteğini inceleyen padişah asker göndermeyi mümkün ve gerekli görmez; yalnızca asker elbisesi göndermeyi kâfi bulur ve cevabı bir mektupla beraber içi askeri elbise dolu üç çuval yollanır. Şaşkına dönen Almanlar, çuvalı alıp mektubu okurlar:

"Fransızlar korkak ademlerdir. Onlara yeniçeri göndermemize gerek yoktur. Yeniçerimizin kıyafetini görmeleri kâfidir. Çuval içindeki Osmanlı askerinin elbiselerini adamlarınıza giydirin. Mahsul zamanı, nehrin görülecek yerlerınde dolaştırın. Karşıdan gören Fransızlar için bu kâfidir."

Bağ bahçe sahipleri hemen Osmanlı askerinin kıyafetini kapışırlar. Hasat vakti büyük bir heyecanla yeniçeri kıyafetinde, nehir kıyısında dolaşmaya başlarlar.

Ertesi gün, karşıdan gelen haber, Almanlar'ın sevinç çığlıkları atmalarına sebep olur:

"Osmanlılar'dan imdat geldiğini düşünen Fransızlar, korkudan köylerini de terkederek iç kısımlara doğru kaçmaktalar. Mahsulünüzü rahatça toplayabilirsiniz. Zulüm sona ermiştir."

Bu olay, Mülhaymli'lerin gönüllerin de taht kurmuştur. Giydikleri yeniçeri kıyafetlerini, daha sonra Mülhaym'a bağlı Karlsruher Müzesi'ne koyup ziyarete açarlar.

Şehrin en yüksek binasına da Osmanlı bayrağı asarlar. Ayrıca, halen olayın yıldönümünde de şehirde bir karnaval düzenleyip, hadiseyi temsilen kutlarlar.

Gece yarısı doğurmasın
Osmanlı Hikayeleri

Mora isyanı sırasında İstanbul’un bozulan asayişini düzeltmek maksadıyla maruf Çengeloğlu Tahir Paşa İstanbul inzibatına baş tayin edildi. Paşa, pek ziyade şiddet gösteriyor, fakat, İstanbul’da o zamana kadar görülmemiş bir huzur temin ediyordu. Bir gece emir hilafına sokağa çıkan bir adam yakalandı, ertesi günü huzuruna çıkarıldı. Paşa sordu:

- Sen geceleri sokağa çıkmanın yasak olduğunu bilmiyor musun?

- Paşam biliyorum biliyorum ama, bizim hanım doğuracaktı da ebe aramaya çıktım.

- Hadi bu sefer affediyorum. Fakat karına söyle bir daha gece yarısı doğurmaya kalkmasın.

Gelin Alayı
Osmanlı Hikayeleri
Kanuni'den sonra yerine geçen II. Selim (Sarı Selim) ilk defa, ordunun başında sefere gitme adetini bozmuş ve eğlenceye başlamıştı. Böylece her alandaki bozul­manın temelini de atmış oluyordu. Zira mükemmel olan ilk on Osmanlı padişahından sonra, Sarı Selim'in çapı çok düşüktü.

İran Şahı, Sarı Selim'in padişahlığını tebrik etmek üzere Edirne'ye Şah Kulu adında bir elçi gönderir. Padişahın emriyle Şemsi Paşa da tertipli ve güzel gi­yinmiş küçük bir ordu ile, hediye kervanını uzak me­safeden karşılamaya çıkmıştı. Şah Kulu, Osmanlı aske­rindeki bu gösterişini çekememiş ve alaylı bir şekilde:

-Uzaktan askerinizi gelin alayına benzettim, deyin­ce,

 Şemsi Paşa derhal elçinin ağzının payını şu sözleriy­le vermiştir:

-Evet haklısınız. Çaldıran'da da gelin almaya gelen bu askerdi.

Bilindiği üzere, 1514 Çaldıran Savaşı'nda Şah İsma­il'in tacı, tahtı ve hazinesiyle birlikte hanımı da ele ge­çirilmiş ve İstanbul'a getirtilerek Tacızade Cafer Çele­bi'yle evlendirilmişti.

Geri kalanları da say, vereyim!
Osmanlı Hikayeleri
Bir gün  birisi, Fatih Sultan Mehmed Han'ın yoluna çıkıp:

-Yüz yirmi dört bin peygamberin her birinin hakkı için bana bir akçe ihsan eyle, demiş.

Sultan:

- Yüz yirmi dört bin peygamberi, bana birer birer say, her biri için değil birer, onar akçe vereyim, diye cevap vermiş.

Bu kişi, ancak on beş kadar peygember ismi sayabildi. Sultan kendisine, bunların her biri için onar akçe verdi ve:

- Geri kalanları da say, onlar için de vereyim, demiş.

Geri Verilen Yemin!.
Osmanlı Hikayeleri

Yıldırım Bayezid üzerine gelen Haçlı ordusunda en mükemmel cinsten on bin Fransız süvarisi vardı ve bun­lara Burgondiya dukasının henüz yirmi iki yaşındaki oğ­lu, gayet mağrur Prens Korkusuz Jean kumanda ediyor­du.

Fransızlar:

-Gök düşecek olsa mızraklarımızın ucunda tutarız!" diyorlardı.

Korkusuz Jean da Yıldırım Bayezid'i esir edeceğini söylüyor; ona neler yapacağı hakkında yüksekten atıp tutuyordu.

Niğbolu Muharebesi Türk ordusunun zaferiyle bitti. I.Korkusuz Jean ve daha birçokları esir düştüler.

Yıldırım, onlara iyi davrandı. Memleketlerine gönde­rirken bir daha kendisine karşı silah kullanmayacakları hakkında yemin ettirdi. Bununla beraber Korkusuz Jean'a dedi ki:

-Bu yemini sana geri veriyorum. Eğer şerefli bir adamsan silahını yeniden ve mümkün olduğu kadar ça­buk eline al; benimle harp için bütün hükümdarlarla bir­leş. Bu hoşuma gider, zira bana parlak bir zafer daha kazanmak fırsatını vermiş olursun.

Git Şu Paşa’ya Sor!
Osmanlı Hikayeleri
Ahmet Vefik Paşa Paris Büyükelçisi iken İmparator III. Napolyon’un yeni yaptırdığı bir opera binasının açılış törenine davet edilir. Tören sırasında Ahmet Vefik Paşa, Napolyon’a en yakın locaya kurulmuş, tavır ve davranışlarıyla imparatora hiç aldırmayan bir izlenim verir. Bu umursamazlığa içerleyen Napolyon, Ahmet Vefik Paşa’ya bir adamını göndererek:

-Git şu Osmanlı Paşasına sor, kendini hâlâ Kanuni devrinde mi sanıyor, der.

Adam gelir ve Napolyon’un dediklerini aynen aktarır.

Ahmet Vefik Paşa bu soruya aynı umursamazlıkla şu cevabı verir:

-İmparator hazretlerine hatırlatırım ki Osmanlı tahtında Kanuni olsaydı, kendileri orada olmaz, yerlerinde ben olurdum.

Hep Bir Ağızdan Konuşmayın
Osmanlı Hikayeleri
Sultan Dördüncü Murad Han'ın, Bağdat seferi sıra­sında kurduğu divanda müzakereler devam ediyordu. Herkes düşüncesini söylemekte iken bu sırada dışarıda ahırların birindeki eşekler de anırmaya başlamış. Bunun üzerine padişah şöyle demiş:

- Hep bir ağızdan konuşmayın, zira dışarıda zırlayan­la içeride dırlayanı fark
edemiyoruz.

Hepsinden Daha  Samimi
Osmanlı Hikayeleri
Fatih Sultan Mehmed Han, İstanbul'u fethettikten sonra, bir çok şair, kasideler yazıp fethi kutlamışlardı. Sultan da kendilerine bol bol hediyeler veriyordu.

Bir gün, Anadolu'dan yeni gelmiş bir şair de şu ve vezinsiz beyti Sultana gönderdi:

Devletli hünkarım, sabahınız hayır olsun,
Yediğin bal ile kaymak, güzergahın çayır olsun!

Fatih Sultan Mehmed. Han'ın, bu şairi huzuruna da­vet ederek pek çok ihsanlarda bulunması yakınlarının merakını mucip oldu ve:

-Efendimiz, bundan çok daha beliğ kasidelere daha az caize verdiğiniz halde, bu cahil herifin iki satırına acaba neden bu kadar kıymet verdiniz? diye sordular.

Sultan Mehmed Han şu cevabı verdi:

-Bunu hepsinden daha samimi bulduğum için. Çünkü adamcağız, ömründe en lezzetli yiyecek olarak bal ile kaymağı biliyor. En güzel yer olarak da çayırı.

Herkes yediğinden ikram eder
Osmanlı Hikayeleri
Yavuz Sultan Selim han zamanında, İran şahı kıymetli mücevherlerle süslü bir sandık hediye gönderiyor. Sandık açılıyor. İçinden çeşit çeşit değerli taşlar, kıymetli atlas, kadife kumaşlar çıkıyor. Fakat bir de pis bir koku yayılıyor. Dehşet bir koku, herkes burnunu tıkıyor. Neyse en alttaki bohçadan insan pisliği çıkıyooooor..

Yani Osmanlıya acayip bir hakaret! Cihan padişahı emir veriyor, herkes düşünsün, buna ince bir şekilde cevap vermemiz gerekir. Ve cihan padişahı yine çözümü kendisi buluyor. Aynı şekilde değerli mücevher ve kumaşlarla süslü bir sandık hazırlatıyor. İçine o zamanın imal edilen gül kokulu en nadide lokumlardan bir kutu hazırlatıyor, en altına da küçük bir pusula ve bir satır yazı. Gönderiyor.

Şah sandığı açıyor. Açtıkça güzel bir koku ve en altta bir kutu lokum. Anlam veremiyorlar tabii. Bizim elçi yiyor önce, sonra oradakilere ikram ediyor. Kutunun içindeki pusulayı Şah okuyor:

"Herkes yediğinden ikram eder!!!"

İki Haklı Olursa
Osmanlı Hikayeleri
Bir kadıya sormuşlar:

- Davayı nasıl halledersiniz?

- Haklıyı haklı, haksızı haksız çıkararak, demiş.

- Ya ikisi de haklı olursa ne yaparsınız?

Kadı bu soruya şu cevabı vermiş:

- Vallah, ben bunca yıldır kadılık ederim, daha iki haklının mahkeme kapısından içeri girdiğini görmedim.

İki Arslan Karşı karşıya
Osmanlı Hikayeleri
Bağdat'ın eski valilerinden ali Paşa av meraklısı idi. bir gün ava çıkmıştı. Çölde bir aslanın hücumuna uğradı. Paşa'nın yanındakiler çil yavrusu gibi dağıldılar. Arslan, paşanın bindiği atıparçaladıktan sonra, çekilip gitti. Perişan bir halde yara almadan Bağdat'a dönen Ali Paşa, kendisini yalnız bırakıp kaçanlardan intikam almaya karar vermişti.

Paşanın böyle arslan saldırısından ziyansız kurtulması, maiyetindekileri sevindirmekten ziyade korkutmuştu. Fakat istemiyerek de olsa, geçmiş olsun demeye geldiler. İçlerinden biri, ağız açmasına meydan vermeden hemen Paşa'nın eteğine sarıldı ve:

-Kusurumuzun büyük olduğunu biliyoruz, fakat se, bizi mazur gör. İki arslan cenk ederken, bizim gibi kelplerin orada ne işi olabilirdi?

İki Yusuf'un hikayesi
Osmanlı Hikayeleri
1-18. asırda, Osmanlı sarayında Vâlide Sultan olarak 40 yıla yakın yaşamış olan 4. Sultan Mehmed Hân'ın annesi Turhan Sultan, Ukraynalı bir köylü kızı idi. 9-10 yaşlarında Tatarlar tarafından kaçırılmış ve Osmanlı sarayına Süleyman Paşa isminde bir vezir tarafından verilmişti. Turhan Sultan, esircilerin eline düştüğü zaman, köyünde 1 yaşında bir erkek kardeş bırakmıştı. Bu çocuk da 8-9 yaşında iken Tatarlar tarafından çalınıp İstanbul'da bir manava satıldı. Yusuf adı verilen ve Müslüman olan bu çocuğu, manav, bir baba şefkati ile büyüttü. Yusuf büyüyünce, İstanbul'da Manav Güzeli lakâbı ile şöhret buldu. Birgün bu dükkânın önünden geçen Vâlide Sultan, Manav Güzeli'ni uzaktan görür görmez kardeşi olduğunu anladı. Çocuğu saraya getirdi. Vâlide Sultan kardeşini bulunca pek çok sevindi. Manavı memnun edip, Yusuf'a devrin kıymetli hocaları elinde ciddî tahsil yaptırttı, fakat devlet işlerine karıştırtmayarak kendisini kâhya tâyin etti. Manav Güzeli Yusuf, ölünceye kadar İstanbul'da zengin ve kibar bir hayat sürdü.

2-Dalmaçya'nın Nadin kasabasında Sancak Beyi'nin ahırında uşak olarak çalışan 13 yaşında bir çocuk vardı. Bu kimsesiz çocuğa bir dul kadın acıyarak, çıplak ayaklarına bir çift kocaman partal kundura giydirmişti. O sıra Nadin'den bir Kapıcıbaşı geçti. Bu çocuğun zekâ ile parlayan gözleri ve güzelliği dikkatini çekti. Çocuğu İstanbul'a getirdi. Onu saraya verdi. Enderun'a verdi. Çocuğa, güzelliğinden ötürü Yusuf adı verildi. Nadinli Yusuf kısa bir zamanda yükselerek Kaptan Paşa oldu. Birgün Nadin'e, Paşa'nın bir adamı geldi ve Sancak Beyi'ne mühürlü bir meşin torba verdi. Bu mektupta da şunlar yazılıydı:

'Falan yerde oturan Marya isminde bir dul kadın vardır; bu torba, eğer sağ ise, o dul kadına verilecektir.'

Kadın sağ idi, çok fakir düşmüştü. Torba kendisine teslim edildi. Torbanın içinde bir çift kocaman partal kundura vardı ve içleri altın doldurulmuştu. Paşa, torbanın içine kısa bir mektup yazmıştı:

'Anacığım, bir kış günü, donmuş çıplak ayaklarına bu kunduraları giydirdiğin kimsesiz çocuk, ölünceye kadar seni unutmayacaktır.'

Kâmil eşek
Osmanlı Hikayeleri
Eşref, İzmir'in kazalarından birinde kaymakam iken, İzmir valisi olan Kâmil Paşa, o kazaya teftişe gelmiş. Vali kazaya geldiğinde Eşref bir eşeğin sırtında tur atıyormuş. Eşref o halde gören Kâmil Paşa Eşref'in dikkatini çekmiş:

- Aman dikkat et Eşref, eşek seni düşürmesin!

- Meraklanmayın paşa, eşek kâmildir.

Kamuoyu
Osmanlı Hikayeleri
Namık Kemal, kötü bir havada kayıkla Beşiktaş'tan Üsküdar'a geçiyormuş. Deniz bir ara iyice azmış ve kayığı alabora etmeye başlamış.

Namık Kemal "ah" "vah" diye korku belirtileri göstermiş. Kendisine refakat edenlerden biri büyük şaire sitem etmiş:

- Üstadım, biz de kayıktayız; bizimki de can. Yalnız siz niye telaş ediyorsunuz?

Namık Kemal, yazı ve konuşmalarıyla milletin sesini duyurmaya çalıştığını hissettirecek şu karşılığı vermiş:

- Kendi canımı, sizin canınızı düşündüğünüzün çeyreği kadar düşünmem. Benim endişemin sebebi, bu kayık batarsa onunla birlikte kamuoyunun da batacak olmasıdır.

Kapı gıcırtısı!..
Osmanlı Hikayeleri

Fuat Paşa, bu yüksek görevlerinden dolayı Avrupalı devlet adamları, politikacı ve diplomatlarla devamlı münasebet halinde olmuş, bu itibarla aralarında geçen birçok nükteli olay günümüze kadar gelmiştir. Fuat Paşa’nın nükteleri çok duyulmuş olsa da her konuşulduğunda zevk verecek kadar zariftir...

Fuat Paşa, Batılı diplomatlarla görüşme yaptığı bir sırada, bulundukları yerde açılıp kapanan kapı gıcırtı yapar.

Batılı bir diplomat bu gıcırtıdan hareketle Osmanlı Devletinin yönetim yeri olan Bâb-ı Ali’yi (Yüce Kapı) kastederek:

- Kapı gıcırdıyor (imparatorluk sallanıyor), der.

“Grese ihtiyaç var!”

Fuat Paşa bu, durur mu? Anında cevabı yapıştırır:

- Gres’e (Greece) (hem makine yağı hem de Yunanistan’ın Batı dillerindeki adı, bir anlamda yağlanmaya, bir anlamda Yunanistan’ın yeniden bize bağlanmasına) ihtiyacı var!..

Karınca
Osmanlı Hikayeleri
Avrupalıların 'Muhteşem Süleyman' lakabıyla andıkları Kânunî Sultan Süleyman Hân, 'Muhibbî' mahlası ile çok güzel şiirler yazmıştır. Şiirlerinden bir kısmı toplandı.Bir gün, saray bahçesindeki ağaçların karıncalar tarafından istilâ edildiğini görüp, karıncaların öldürülmesi hususunda, zamânın Şeyhülislâmı Zenbilli Ali Efendi'den fetvâ istedi.

Suâli şiir şeklinde olup, şöyleydi:

Dırahtı (ağacı) sarmış olsa karınca
Zarar var mı karıncayı kırınca.

Zenbilli Ali Efendi de, bu zarif suâle yine şiirle cevap verip, suâl kâğıdının altına şu beyti yazdı:
           
Yarın divânına Hakkın varınca
Süleyman'dan alır hakkın karınca.

Kavuk yerine miğfer
Osmanlı Hikayeleri

Osmanlı Devletinde en büyük yenileşme hareketlerini yapan Sultan II. Mahmud, bütün bu icraatları için Şeyhülislam Mehmed Tahir Efendi’den fetvalar almıştı. Bilhassa Yeniçeri ocağının kaldırılması için verdiği fetvaya çok memnun olan padişah, ona çok kıymetli bir elmas yüzük hediye etmişti.

Yeniçeri ocağının kaldırılmasından sonra kurulan Nizam-ı Cedid ordusunun kıyafetleri de Avrupa’dan örnek alınmıştı. Bilhassa Yeniçeri kavuğu yerine miğfer giyilmesi gerekiyordu. Bunun için de yine Şeyhülislam’ın fetvası gerekliydi. Mehmed Tahir Efendi saraya davet etdildi. Padişah, Şeyhülisamı, yüzü güneşe karşı gelecek şekilde oturttu. İkindi güneşi, Tahir Efendi’nin tam gözüne geliyor ve onu fazlasıyla rahatsız ediyordu. Bu yüzden devamlı olarak eliyle güneşe karşı gölgelik yapmaya çalışıyordu. İşte istediği fetvayı almak isteyen padişah o esnada sordu:

-Efendi Hazretleri, görüyorum ki güneşe dayanamadınız, ya benim askerlerim, kafirlerle güneşe karşı nasıl harbederler, diye sorunca

Şeyhülislam:

-O halde kavuk yerine miğfer giyilebilir, şeklinde padişahın istediği fetvayı verdi.

Kaz Göndersem Yolar mısın?
Osmanlı Hikayeleri
Çok soğuk bir kış günü padişah, tebdil-i kıyafet gezmeye karar vermiş. Yanına baş vezirini alıp yola çıkmış. Bir dere kenarında çalışan yaşlı bir adam görmüşler.

Adam elindeki derileri suya sokup, döverek tabaklıyormuş. Padişah, ihtiyarı selamlamış:

- Selamünaleyküm ey pir'i fani...

- Ve aleykümselâm ey serdar'ı cihan... Padişah sormuş:

- Altılarda ne yaptın?"

- Altıya altı katmayınca, otuz ikiye yetmiyor... Padişah gene sormuş:

- Geceleri kalkmadın mı?"

- Kalktık... Lakin ellere yaradı...

Padişah gülmüş:

- Bir kaz göndersem yolar mısın?

- Hem de ciyaklatmadan...

Padişahla baş vezir adamın yanından ayrılıp yola koyulmuşlar. Padişah baş vezire dönmüş:

- Ne konuştuğumuzu anladın mı?"

- Hayır padişahım... Padişah sinirlenmiş:

- Bu akşama kadar ne konuştuğumuzu anlamazsan kelleni alırım.

Korkuya kapılan baş vezir, padişahı saraya bıraktıktan sonra telaşla dere kenarına dönmüş. Bakmış adam hâlâ orada çalışıyor.

- Ne konuştunuz siz padişahla... Adam, baş veziri şöyle bir süzmüş:

- Kusura bakma. Bedava söyleyemem. Ver bir yüz altın söyleyeyim. Baş vezir, yüz altın vermiş.

- Sen padişahı, serdar-ı cihan, diye selamladın. Nereden anladın padişah olduğunu.

- Ben dericiyim. Onun sırtındaki kürkü padişahtan başkası giyemezdi.

Vezir kafasını kaşımış.

- Peki, altılara altı katmayınca, otuz ikiye yetmiyor ne demek?

Adam, bu soruya cevap vermek için de bir yüz altın daha almış.

- Padişah, altı aylık yaz döneminde çalışmadın mı ki, kış günü çalışıyorsun, diye sordu. Ben de, yalnızca altı ay yaz değil, altı ay da kış çalışmazsak, yemek bulamıyoruz dedim. (32 ise ağızdaki dişten kinaye, boğaz)

Vezir bir soru daha sormuş...

- Geceleri kalkmadın mı ne demek?"

Adam bir yüz altın daha almış.

- Çocukların yok mu diye sordu. Var, ama hepsi kız. Evlendiler, başkasına yaradılar, dedim...

Vezir gene kafasını sallamış.

- Bir de kaz gönderirsem dedi, o ne demek...

Adam gülmüş.

- Onu da sen bul...

Bilgelik ömrümüze anlam katmakla kalmayıp imtihanı kazanmamızı da sağlar. Makamlar gelip geçicidir. Önemli olan bulunulan mevkiin hakkını verebilmektir.

Kimin abdesti var ki?
Osmanlı Hikayeleri

Fuat Paşa bir gün Beyazıt Camii'ne namaz kılmaya gitmişti. Namaza dururken arkasındaki yardımcılarına da namaz kılmalarını söyleyince, "kılamayız efendim," cevabını almıştır.

Sebebini sorunca da:

"Abdestimiz yok." dediler.

Bunun üzerine Fuat Paşa:

"Kimin abdesti var ki ... " dedi.

Kolayı var
Osmanlı Hikayeleri

İmparatorluk dönemi şairlerinin en esprililerinden biri olan şair Haşmet'in (18. yy.) kendine göre aptalca işler yapanların adını kaydettiği gizli bir defteri varmış. Kim ahmakça, akılsızca bir iş yapsa adını oraya işlermiş.

Haşmet'in böyle bir defter tuttuğundan haberdar olan padişah (3. Mustafa) bir yolunu bulup bu defteri elde etmiş. Padişah zevk ve merakla bu defteri karıştırırken, aptalca işler yapanların listesi demek olan bu defterde kendi adına da rastlamış. Hemen şair Haşmet'in huzuruna çıkarılmasını emretmiş. Şair karşısına çıkınca vakit kaybetmeden paylamaya başlamış:

- Bu ne küstahlık! Sen nasıl oluyor da benim adımı böyle aptallar listesine kaydediyorsun?

- Efendimiz sakin olunuz, izah edeyim. Siz geçenlerde baş seyise yüklü bir para vererek cins bir Arap atı almaya gönderdiniz. O kadar parayla Arabistan'a gönderilen kimse artık geri döner mi? Bunun için sizin adınız da orada bulunuyor.

- Peki, ya baş seyis geri dönerse?

- Kolayı var efendimiz, sizin adınızı siler onunkini yazarız..

Kuyumcu Ustasından Bin Sopa Yiyen Şehzade
Osmanlı Hikayeleri
Kanuni Sultan Süleyman, şehzadeliğinde kuyumcu­luğu öğrenmesi için babası tarafından İstanbul'un en meşhur kuyumcu ustası olan Kostantin'in yanına çırak olarak verilmişti. Belli saatlerde ustasının yanına gider ve çıraklık yapardı.

Henüz tecrübesiz olduğu ilk günlerinde ustasını kızdırmış ve Kostantin Usta yemin ederek Şehzade Sü­leyman'a:

-Eğer şu işleri iyi çıkarmazsan sana bin değnek vu­racağım" diyerek yemin etmişti.

Şehzade Süleyman da bunu annesi Hafsa Sultan'a anlatmıştı. Validesi, Kostan­tin Usta yı çağırarak, oğlunu affetmesini rica edip kendi­sine ihsanda bulunmuştu. Kostantin Usta ise, aldığı al­tınları, Şehzade Süleyman'a vererek:

-Al bunları, eritip beş yüz tel çubuk haline getir!" de­di.

Şehzade Süleyman söylenileni yaptı ve ustasına ver­di. Kostantin usta onu dövmek için yemin etmişti ve bu­nu bir şekilde yerine getirmek istiyordu. Şehzade Süley­man'ı falakaya yatırdı ve elindeki beşyüz altın çubukla ayaklarına iki sefer vurdu. Bu suretle yeminini iki sefer vurduğu beş yüz çubukla yerine getirmiş oldu.

Macar Subayının Kızı
Osmanlı Hikayeleri
Sultan II. Murad devri. 1441 senesinde Macaristan üzerine yapılan bir akında, Akıncı birliklerimiz pusuya düşürüldü ve bir çok asker ile birlikte Akıncı kumandanlarından Rüstem bey de esir edildi. Rüstem bey, gayet yakışıklı ve zeki bir gençti. Macar kumandanı ondan hoşlandı ve kendi hizmetine aldı. Konağında ona bir oda verdi ve bütün şahsi işlerini ona havale etti. Gayet dindar olan Rüstem Bey, şartlar ne olursa olsun beş vakit namazını bırakmaz ve vakti girince hemen kılardı. Her işin üstesinden kolayca gelmesi ve kıvrak zekası sayesinde ibadetine kimse karışmıyordu. Macar subayının genç bir kızı vardı. Gayet güzel ve zeki olan bu kız, Rüstem Beye aşık olmuştu. Fakat bir Müslümana olan bu hislerini kimseye söyleyemiyordu. Rüstem Beyi uzaktan takibeder, bilhassa namaz kılarken gizlice onu seyreder, hayran hayran bakarak gözyaşları içinde; “Allahım, bana da bu Osmanlının dinine girip, onun gibi ibadet etmeyi nasib eyle!” diye yalvarırdı. Genç kız bu aşk ve hasretten hastalanarak yatağa düştü. Hiçbir hekim onun derdine çare bulamadı. Artık son anlarını yaşıyordu. Bütün ailesi başına toplanmışlar, gözyaşları içinde dua ediyorlardı. Kız bir ara gözlerini açarak;

-Esirimiz olan o Osmanlıyı da görmek istiyorum, dedi.

Rüstem beyi hemen çağırdılar. Kız, ona yaklaşmasını işaret etti ve yakınına gelince kulağına;

-Bizim buralarda âdettir, bir kadın ölünce mücevherleriyle birlikte gömerler. Ben ölüyorum. Yarın mezarıma gel ve tabutumu aç, yanıma koyacakları mücevherleri al. Onları satarak parasını babama ver ve böylece hürriyetine kavuş, dedi.

Biraz sonra da bir şeyler mırıldanarak ruhunu teslim etti. Yüzü nurlanmış, sanki gülümsüyordu. Ertesi gün mezarlığa giden Rüstem Bey, kızın mezarını açtı. Tabutun kapağını kaldırınca, gördüğü manzara karşısında şok geçirdi; tabutta yatan, kendi babasıydı. Fakat bu nasıl olurdu; kendi memleketi, buradan bir aylık mesafede bir Anadolu kasabasıydı. Rüstem bey biraz sonra kendini toparladı ve tabuttaki mücevherleri alarak mezarı kapattı. Ertesi gün çarşıya giderek mücevherleri sattı ve Macar subayına bu altınları vererek kendisini serbest bırakmasını istedi.

Macar subayı;

-Ben senin hizmetinden memnunum. İstersen burada hür olarak yanımda çalışmaya devam edebilirsin, istersen memleketine dönebilirsin, dedi ve bir emanname yazarak ona verdi.

Rüstem bey hemen yola çıktı ve haftalarca yol giderek memleketine ulaştı. Bir akşamüzeri evine geldi. Kapıda oğlunu gören annesi, sevincinden az kalsın bayılıyordu. Bir müddet hasret giderdikten sonra Rüstem bey, babasını sordu.

Annesi;

-Oğlum baban sizlere ömür, geçen ay vefat etti, dedi.

Rüstem beyin içine bir kurt düşmüştü.

-Tam olarak gününü ve saatini biliyor musun anne? diye sordu.

Aldığı cevap onu daha çok hayrete düşürdü. Çünkü babası, Macar subayının kızı ile aynı anda ölmüştü. Rüstem bey o gece mezarlığa giderek babasının kabrini buldu. Yanında getirdiği kürekle mezarı açtı. Bir de ne görsün! Mezarda yatan Macar subayının kızı idi. Bembeyaz kefene sarılmış, yüzü ay gibi parlıyor, sanki Rüstem beye gülümsüyordu. Daha taptaze duruyordu. Hemen mezarı kapatarak eve döndü. Ertesi gün annesinden, babası hakkında bilgi istedi;

-Anne, babam nasıl birisiydi?

-Oğlum, biliyorsun, baban hocaydı. Talebelere ilim öğretir, camide vaaz verirdi. Fakat kendisi bunları tam tatbik etmezdi. En mühimmi de, gece yarısı guslü icabettiren durum olunca, ‘Şu gusül olmasa ne iyi olurdu, gecenin bu vaktinde nasıl gusledilir, nereden çıktı bu’ diye söylenirdi.”

Rüstem bey, o zaman bu işin hikmetini anladı. Namaza aşık olan bir kafir kızına son nefeste iman nasib olmuş, bir farzı lüzumsuz gören bir hoca da imansız ölmüştü.

Mahkemeye hazırım
Osmanlı Hikayeleri
III. Selim Han gayet cesur, silahşörlükte de hüner sahibi bir kimseydi. Zaman zaman tebdil-i kıyafet ederek halkın arasına karışır, istek ve şikayetlerini öğrenirdi. Bir gün tersane kahyası kıyafetiyle akşam vakti Sultanahmed civarına çıktı. Maiyetindekiler de kalyoncu neferi gibi giyinmişlerdi. Sultanahmed Camiinden aşağı Sokollu Mehmed Paşa yokuşundaki tenha yerlerden aşağı inerlerken bir kadın feryadı işittiler. Hemen oraya yöneldiler. Yeniçeri tulumbacılarından bir zorba, bir kadının yolunu çevirmiş;-

Yürü benimle! Diye zorluyordu.

Kadın da;

-Kardeşim! Ben ehl-i namus bir kadınım. Evim Küçükayasofya’da. Çocuğum hasta. Eczaneden ilaç aldım. İşte elimde. Evime dönüyorum. Bana ilişme. Mahalleme gel sor... diye feryad ediyordu.

Tulumbacı ise sarhoş, gözü kararmış, küfürler savurarak bıçağını çekmiş, tehdide başladı. Kadın, o anda oraya yetişen, kalyoncu kıyafetindeki padişah ve maiyetini farketti ve onlara:

-Aman kaptan ve kalyoncu din kardeşlerim!... beni bu herifin elinden halas edin diye yalvarmaya başladı.

Bunun üzerine tulumbacı işi daha da azıttı ve yatağanına el atıp padişahın üzerine yürüdü. Fakat silahını henüz yarısına kadar çıkarmağa bile vakit bulamadan, Sultan Selim kılıcını çekerek adamı belinden ikiye böldü. Ertesi gün de Babıâlî’ye şu tezkereyi gönderdi:

“Sokollu Mehmed Paşa yokuşunda maktul olan tulumbacıyı ben öldürdüm. Veresesi var ise şer’an mahkemeye hazırım”

Masrafsız Hayat
Osmanlı Hikayeleri

Abdülaziz Fuat Paşa ile beraber Paris’e gittiği zaman eski Şehremini muavini Ömer Faiz Efendi de maiyetindekilerle berabermiş. Hazret latifeci, nüktedan birisi imiş. Fuat Paşa Paris Şehreminine iadei ziyarete giderken Faiz Efendi’yi de belediyeci olmak münasebeti ile yanına almış. Laf arasında Paris Emini, İstanbul’un nasıl sulandığını ve masrafının ne kadar tuttuğunu sormuş. O zaman İstanbul sokakları sulanmazmış. Ömer Efendi Fuat Paşa’ya:

- Paşam, masraf yoktur; kahveci, berber, bakkal ve aşçıların himmetiyle sulanır. Bunların nargile suyu, çirkefi varken masrafa ne gerek var diyelim mi? demiş.

Mumla ararsın
Osmanlı Hikayeleri
Fitnat Hanım, çok güzel, henüz sakalı bile çıkmamış bakkal çırağı bir delikanlıya âşık olmuş. Bu nedenle bir bahane bulup sık sık bakkala, delikanlıyı görmeye gelirmiş. Bunu duyanlar delikanlıya,

-Fitnat Hanım gelip sana dikkatle baktığı zaman:

"çok bakma güzel, âteş-i hüsnümle (güzelliğimin ateşiyle) yanarsın" de, diye öğretmişler.

Gerçekten Fitnat Hanım gelip kendisine bakınca delikanlı bu dizeyi söylemiş.

Şair, hazır cevap Fitnat Hanım da hemen cevabı yapıştırmış:

-Hattın (sakalın) çıkınca sen de beni mumla ararsın.


Nasıl olsa gülemez...
Osmanlı Hikayeleri

Çok zengin ama geçimsiz, dirliksiz bir adam, bir cariye satın almak için esir pazarına gitmiş. Kendisine çok güzel bir cariye göstermişler. Adam beğenmiş. Fakat güldüğü zaman çirkin dişleri göze çarpıyormuş. Adam bu yüzden kararsızlığa düşmüş. Bu esnada yanında bulunan meşhur İzzet Molla bu geçimsiz adama akıl vermiş:

-Efendimiz, bu cariyeyi kaçırmayın. Nasıl olsa devlethanenizde ona gülmek nasip olmaz.

Neden Gülmemiş
Osmanlı Hikayeleri
İstanbul'un nüktedan kişilerinden Ahmed Bey bir da­vette çok güzel bir fıkra anlatır. Davette bulunan herke­si güldürür. Yalnız mecliste bulunan Hasan Bey hiç gül­mez, Hasan Bey'in bir arkadaşı:

-Birader, Ahmed Bey'in anlattığı fıkraya niçin gülmedin?

-Ben Ahmed Bey'le konuşmuyorum. Eve gidince güleceğim.

O Sahibine Teslim Oldu
Osmanlı Hikayeleri
Sultan İkinci Murâd Hanın otuz bin akçe değerinde bir atı vardı. At, yanına kimseyi yaklaştırmıyordu. Birgün Sultan Murâd, Emîr Sultan'ı ziyâret için gittiğinde;

-Biz sizin için bir at almıştık. Siz nasıl isterseniz öyle yapalım. Atı getirecek birisini verin de atı size gönderelim. dedi.

Bu arada Emîr Sultan'ın yanında bulunan talebelerinden, Hacı Baba denilen bir zât vardı. Sultânın sözü üzerine;

-Ah! Hocam bu hizmeti bize verse de, atı alıp gelsem, atın timar ve bakım işlerini yapsam, diye kalbinden geçirdi.

Emîr Sultan hazretleri ona dönerek;

-Ey Hacı Babam! Gidin o ata, Senin şimdiki sâhibin, Allahü teâlânın emrine mutî olup, fermânına mahkûm olmuştur. Sen dahî sâhibine tâbi olup, Allahü teâlânın emrine itâat edip, kötü huylardan vazgeçer misin? deyin. Bakalım ne işâret eder? dedi.

O da hemen atın yanına gidip, hocası Emîr Sultan'ın dediklerini söyleyince, at üç defâ başını önüne eğip kaldırdı. O, hemen hocasının yanına gidip durumu arz etti. Bunun üzerine Emîr Sultan;

-Hacı Baba, o kötü huylarını terk etti. Siz ondan kaçmayın, onu tımar edin, dedi.

Bunun üzerine, Hacı Baba, hiç korkmadan atı alıp, eve getirdi. Emîr Sultan hazretleri o ata binip, Cumâ günleri câmiye giderdi. Hacı Baba da, her gün o ata binerek pazar işlerini görürdü. O atı bir kenara bağlar, çarşıya giderdi. At, yanına yaklaşmak isteyen bâzı kimselere saldırır, onları öldürmek isterdi. Onlar, o attan canlarını zor kurtarırlardı. Daha sonra bu saldırdığı kimselerin bid'at, kötü îtikâd sâhipleri olduğu anlaşıldı. Atın yanından Ehl-i sünnet itikâdında olan biri geçse, ona başını eğip, sâkin sâkin dururdu. Bu hâli o kadar meşhûr olmuştu ki, çarşı halkı o atı görünce, bid'at sâhiplerine yanına yaklaşmamaları için tenbihte bulunurlardı.

O Su İçerken Bile Besmele Çekmez
Osmanlı Hikayeleri
Şeyhülislam İbn Kemal hazretIerine birisi gelip, Şair İşretı'yi çekiştirmeye başlamış ve:

-Efendimiz, Şair İşretı şarap içerken besmele çeki­yormuş. Bu küfür değil mi?" diye sormuş.
 
İbn Kemal hazretleri de demiş ki:

-Ben Şair İşretı'yi çok iyi tanırım. O su içerken bile besmele çekmez.

Okuyup Yazma Bilmediğin Halde
Osmanlı Hikayeleri
Valilikten ayrıldıktan sonra tekaüt aylığına kudretli kaleminin hasılatını da eklediği halde maişet sıkıntısından kurtulamayan Süleyman Nazif, bir gün Galata Köprüsü'ndeki bir dilenciye:

- Okuyup yazma bilir misin? diye sordu.

Dilenci bilmediğini söyleyince Nazif hiddetlenmiş görünerek:

Be adam, dedi, okuyup yazma bilmediğin halde dilenmeye utanmıyor musun?

Okuryazar
Osmanlı Hikayeleri
Meşhur Hattat Yesarizade Mustafa İzzet Efendi’nin şöhretine güzel yazıdaki büyük mahareti kadar basit ilmi ve yalan derecesindeki mübalağaları da yardım etmişti. Kendisi Keçecizade İzzet Molla ile pek sıkı fıkı ahbap idi. Bir gün II. Mahmut, İzzet Molla’ya bu sıkı fıkılığın sebebini sordu ve şu cevabı aldı:

- Ben biraz okurum, fakat yazım fenadır. Onun da okuması kıt, fakat yazısı güzeldir. İkimiz bir araya gelince bir adam oluyoruz.

Osmanlı Donanması
Osmanlı Hikayeleri

Osmanlı donanmasıyla Venedik donanması arasında savaş çıkmış. Venedik donanmasının komutanı Andrea Doria imiş. Gözcü Osmanlı donanmasının yaklaştığını fark edince hemen Andrea Doria'ya haber vermiş:

-Osmanlı yaklaşıyoor.

Andrea Doria sormuş:

-Kaç gemi var?

Gözcü:

-10-20 kadar.

Komutan hemen emir erini çağırmış:

Oğlum bana hemen kırmızı gömleğimi getir.

Emir eri şaşırmış:

-Niçin komutanım?

Andrea Doria:

-Savasırken yaralanacağız. Kan izi belli olmasın ve de askerlerin cesareti kırılmasın diye...

Bu arada gözcüden yine ses gelmiş:

Efendim 50 kadar oldular.

Andrea Doria heyecanlanmış ve emir erine tekrar seslenmiş:

-Gömleği boşver. Sen bana kahverengi pantolonumu getir...

Osmanoğlunun Ölüsünden Böyle Kaçarsın
Osmanlı Hikayeleri

Karamanoğlu 2. Mehmed Bey, Osmanlı Hükümdarı Çelebi Mehmed Han ile akraba olmasına rağmen, onunla sürekli savaşırdı. Bir defasında Osmanlı askeri Rumeli’de seferdeyken, 1413 senesinde  Bursa’yı kuşatmış, fakat kaleyi savunan Hacı İvaz Paşa’yı teslime mecbur edememişti. Bunun üzerine kendi öz dayısı olan ve bütün dünya Müslümanlarının kahraman sıfatıyla tanıdıkları Yıldırım Bayezid Han’ın kabrini yakmak gibi akıl almaz bir harekette bulundu.

Ağustos ayında, Edirne’de vefat etmiş olan Musa Çelebi’nin cenazesinin Bursa’ya getirilmekte olduğu haberini alınca, Bursa kuşatmasını bırakarak geri çekilme emrini verdi. Bu emri gururuna yediremeyen “Harman Danası” lakaplı bir subayın Karamanoğluna sorduğu şu soru, onun idamına sebep olmuştu:

“Sultanım, sen Osmanoğlu’nun ölüsünden böyle kaçarsın, eğre dirisi gelseydi halin nice olurdu!”


Parlayan Kılıç
Osmanlı Hikayeleri
Venedik elçisi Antonio Giustiniani, Yavuz Sultan Selim'in huzuruna girer. Yeri öpüp itimatnamesini sunar, görüşmesini tamamlar. Ülkesine döndüğünde herkes, adeta bir ütopya medeniyetinin sultanı gibi gördüğü, hayalinde canlandırmaya çalıştığı Cihan Padişahı Sultan Selim Han'ın nasıl birisi olduğunu sorar:-

Göremedim, der Giustiniani...

Merak ederler :

-Odasına girdiğin, yanına kadar gittiğin halde nasıl göremedin?

Giustiniani şu müthiş itirafda bulunmak zorunda kalır:

-Kılıcı öyle parlıyordu ki, yüzüne bakamadım.

Venedik elçisinin bu sözlerini duyan haşmetli hünkar:

-Paşalarım, der. Osmanlı 'nın kılıcı parladığı sürece düşmanların başı daima öne eğik kalır. Amma Allah korusun, bu kılıç bir kınına girerde paslanmaya başlarsa, o zaman işte bu kafalar yavaş yavaş dikilir ve bize birgün yukardan bakar.

Sakalını Un Çuvalı Dibinde  Ağartmışsın
Osmanlı Hikayeleri
Tarık Gazetesi'ni, imzasını atamayacak kadar cahil olan Filip Efendi çıkarıyordu. Saraya yakın olduğu için de şımarıktı. Gazetesinde kendisinden bahsedilirken "Saadetlu Filip Efendi Hazretleri" yazılırdı. Hakkı da vardı, Çünkü ula rütbesini haizdi.

Ahmed Vefik Paşa 1882'de Bursa valiliğinden ikin­ci defa olarak sadrazam olunca Filip Efendi, Tarık Gazetesi'ne kinayeli bir bend yazdı. Molyer'in bütün eserlerini açık Türkçe ile tercüme eden sadrazamın Bursa'da iken tiyatro ile pek fazla meşgul olmasından, hatta sahnede suflörlük yapacak kadar tiyatroya düşkünlüğünden bahsederek imalı bir şekilde alay etti. Ahmed Vefik Paşa son derece sinirlendi. Filip Efendi'yi Bab-ı Ali'ye getirtti ve sorguya çekti:

-Sen nerelisin? dedi.

-Karamanlıyım, Efendimiz.

-O halde, 'Karaman'ın koyunu, sonra çıkar oyunu' sözünü duymuş olacaksın.

-Duydum Efendimiz.

-O sözün ne demek olduğunu anladın mı? 

-Hayır Efendimiz.

-Sakalını un çuvalı dibinde ağartmışsın. İnsan kendi memleketini hatırlatan bir sözün aslını merak edip öğ­renmez mi? Sana bir iyilik olsun diye şu eksiğini ben ta­mamlayacağım. Uşaklarını çağırarak emir verdi:

-Yatırın şu katırı! Saadetlü Filip Efendi Hazretleri Bab-ı Ali sofasında ve kalem efendilerinin alkışları ara­sında tam yüz sopa yer
.

Sen Bunu İte Yalattın!
Osmanlı Hikayeleri

Nükteleriyle büyük bir şöhret kazanan ve Keçecizâde Fuad Paşa’yla bile fıkra yarışına giren Hasırcızâde Mehmed Ağa, bir gün atının üstünde Antep caddelerini dolaşmaya başlar.


Bir ara elinde yoğurt kâsesi taşıyan bir çocukla karşılaşır. Ağanın canı çekmiş olacak ki, kâseyi çocuğun elinden alır ve taze yoğurdun üst tarafından biraz yer. Bu sırada çocuk ağlamaya başlayınca Hasırcızâde şöyle der:

- Evlâdım ağlama! Annene Hasırcızâde yedi dersen sana kızmaz.

Elindeki kâseyle ağlamaya devam eden velet, söyleyeceğini söyler:

-Annem inanmaz! "Sen bunu mutlaka bir ite yalattın" der ve beni döver!

Hasırcızâde bu olaydan sonra, "Beni ilk defa işte bu çocuk mat etti” demiş.

Sen Yalnış Yere Gelmişsin
Osmanlı Hikayeleri
Azledilen memurlardan biri, Yedikule'deki Hacı Ev­had Tekkesi şeyhi Küçük Efendi'ye gelir, himmet rica eder. Şeyh Efendi kendisine şöyle der:

-Ey oğul! Bab-ı Ali denilen bir tekke vardır. Şeyhine Sadrazam derler. Vazife talebinde bulunanlar ona gidip himmet isterler. Sen buraya yanlış gelmişsin!

Seni dervişliğe kabul etmem
Osmanlı Hikayeleri
İstanbul kuşatılmış, fakat bir türlü alınamıyordu. Fatih, hocası Akşemseddin’e, dua etmesi için ricada bulunuyordu. Bir gece Akşemseddin hazretleri çadırına kapandı, sabaha kadar dua etti ve sabahleyin de padişaha, Edirnekapı tarafından büyük bir hücum başlatılmasını tavsiye etti. Hemen  hücuma geçen asker, öğleye kadar surlara çıkmayı başardı ve öğle den sonra İstanbul fetholundu. Bu hadiseden sonra Akşemseddin hazretlerinin büyüklüğünü daha iyi anlayan Fatih, hemen onun yanına geldi ve kendisini de dervişliğe kabul etmesini istedi. Fakat Akşemseddin hazretleri bunu reddetti. Fatih bunun sebebini sorunca:

-Dervişlikte bir hal vardır ki, onun tadını tadan, dünya işlerinden ve saltanattan el çeker. Halbuki sizin böyle yapmanız, memleketin perişan olmasına sebep olur. O zaman siz de, ben de günaha girmiş oluruz. Padişaha lazım olan şey, güzel ahlak ve adaletperver olmaktır, cevabını verdi.

Senin Karlarını Uludağ'a Toplattım
Osmanlı Hikayeleri
Ahmed Vefik Paşa vali olduğu sırada Bursa'da çok ağır bir kış olmuş ve her taraf karla dolmuş. Vali o zamanlar fermanlı olarak Uludağ'ın karlarını toplayıp satmak hakkına sahip olan buzcubaşıya emir salmış:

- Çabuk şehirden karları toplat, demiş.

Buzcubaşı ise:

- Pekela, sabah olsun toplarım, cevabını vermiş.

Fakat o gece bir lodos esmiş ve bütün karları eritmiş. Ertesi sabah buzcubaşı valiye gitmiş ve:

-Vali paşamız, hani benim karlarım? Onları sizden isterim, çünkü toplatmasaydım bana ceza verecektiniz. Şimdi zararımı ödeyin, ben onları toplatıp kuyulara dolduracaktım, yarın da satıp para kazanacaktım, demiş.

Ahmed Vefik Paşa'da  ona:

- Senin karlarını Uludağ'a toplattım. Git oradan al, demiş.

Sır saklamasını bilir misin?
Osmanlı Hikayeleri
Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim Han, bir çok Osmanlı Padişahı gibi, sefer yapacağı yeri saklı tutar, kimseye söylemez, hatta askerleri bile nereye gittiklerini bilmezdi.

Bir gün yine sefer hazırlıkları başlayınca paşalarından biri Sultan’ a nereye sefer yapılacağını sordu, cevap alamayınca da ısrar etti.  Bunun üzerine padişah, paşaya mânidar bir şekilde baktıktan sonra şöyle sordu:

- Paşa, sen sır saklamasını bilir misin?

Paşa sesini iyice alçaltarak:

-Evet padişahım, çok iyi sır saklarım!

Bunun üzerine Sultan kaşlarını çattı ve öfkeyle bağırdı:

- Yaaaa öyle mi? Ben de bilirim.

Siz Henüz Kutunun Zarfını Açtınız
Osmanlı Hikayeleri
Estergon kalesi ile alakalı anlaşma müzakeresi için Osmanlı ve Nemçe (Avusturya) elçileri bir Macar gene­ralinin mezarı yanında buluşmuşlardı. Avusturya murah­haslarından Palffi, teşbihlerle konuşmayı bir adamdı. Türk elçilerinden tarihçi Peçevı İbrahim Efendi de hazırcevaptı. Palfibir aralık:

-Biz, Müslümanları bizden öncekilerin açmaya cüret edemedikleri bir kutuya benzetiriz.Onlar: "Bunun içinde ne vardır?" diyenlere "bu içi dopdolu yılan, çıyan, akreptir. Eğer bu kutu açılırsa bunlar mem­leketimize yayılır, halkı sokar ve öldürürler" cevabını ve­rirlerdi. Hepsi biribirinden işiterek buna inanmışlardı. Bu kutu açılmasın, alem benim zamanımda harap olma­sın, diye her imparatorumuz bir kilit daha vururdu. Şim­di lazım oldu, kutuyu açtık. Meğer bomboşmuş. Yazık o itikatIa geçen ömrümüze!

Peçevı İbrahim Efendi de ona sordu:

-Ya şimdi o görüşte misiniz ki sizden öncekiler bu­nu bilmemişler ve hata etmişler"

 Palfi:

"Evet" cevabını verince, İbrahim Efendi:

"-Sizden öncekiler yanılmamışlar, yanılan sizlersiniz. Zira siz henüz kutunun üzerindeki zarfı açtınız. Kutunun kapağını açmadınız. Bundan sonra açılırsa o korkunç mahlukun zararını görürsünüz!" cevabını verdi.

Ve çok geçmeden Osmanlı ordusu Eğri zaferini kazandı.

Size Naklediyor muyum?
Osmanlı Hikayeleri
Abdülaziz Paris’te iken, III. Napolyon bir gün Fuat Paşa’ya, Abdülaziz ile ilgili bazı latifeler yapar ve Paşa’ya da sıkı sıkı tembihte bulunarak:

 - Sakın bunları padişah hazretlerine söyleme! der.

Paşa da şu latife ile teminat verir:

- Bu pek tabiidir haşmetmeap. Padişahımızın sizin hakkınızda söylediklerini de size naklediyor muyum?

Size de Yemin Ettirdi mi?
Osmanlı Hikayeleri
Sultan Üçüncü Mustafa Han, nükteleriyle meşhur Şair Haşmet'i merak edip görmek istemiş ve bu arzusu­nu Koca Ragıp Paşa'ya söylemişti. Paşa da

"Efendim, Haşmet hakikaten nüktedan bir adamdır ve nedim olmaya layıktır. Ancak kendisi pek arsız ve aç gözlüdür. Korkarım ki, ihsanınıza kanmayarak sizi ra­hatsız eder. İstirham ederim, kendisine bir şey ihsan buyurmayınız!"dedi.i

Ertesi gün Haşmet'e arsızlık et­memesini, bir şey istememesini sıkı tenbih ettikten ve bir de yemin ettirdikten sonra onu saraya göndermiş

Haşmet huzura çıktı ve pek çok nüktedanlık yaptı.

Sarayda üç gün kaldı, fakat hiç ihsan görmedi. Üçüncü günün sonunda tekrar huzura çıktı ve veda etti. Yine ih­san görmedi. Saraydakilerle vedalaştı, yine ihsan yok. Belki çıkışta verirler ümidiyle kapıya vardı, yine ihsan yok. Ağalara göründü, ihsan yok.. Geri döndü, huzu­ra çıkmak için izin istedi. Padişah onu kabul etti:

-Hayrola, hani gidiyordun, niye geldin? diye sordu.

Şair Haşmet yer öptü, sonra pek müteessir bir halde:

"Efendimiz", dedi. Ragıp Paşa beni buraya gönde­rirken bir şey istemememi tenbihle yemin ettirdi. Bende bir şey istemedim. Fakat giderken de bir ihsan çıkmayınca da merak ettim, acaba size de, Haşmet'e ihsanda bulunmayın diye yemin ettirdi mi?"

Haşmet'in bu sözünden memnun olan padişah ona umduğundan da fazla ihsanda bulunur.

Sultan elimize su döküyor!
Osmanlı Hikayeleri
Azîz Mahmûd Hüdâyî bir gün, Sultan I.Ahmed Hanla sarayda sohbet ediyordu. Bir ara abdest tâzelemek istedi. İbrik ve leğen getirdiler. Pâdişâh hocasına hürmeten ibriği eline aldı ve abdest suyunu döktü. Sultan Ahmed Hanın annesi de kafes arkasında havluyu hazırlamıştı.


Vâlide Sultan kalbinden;


- Azîz Mahmûd Hüdâyî'nin bir kerâmetini görseydim, diye geçirmişti.


Bunun üzerine Mahmûd Hüdâyî, Vâlide Sultan'ın gönlünden geçenleri anlayarak;


-Hayret! Bâzıları bizim kerâmetimizi görmek isterler, Sultan elimize su döküyor, muhterem vâlidelerinin havlu hazırlıyor bundan daha büyük kerâmet mi olur? buyurdu.

Şahitliği Kabul Edilmeyen Padişah
Osmanlı Hikayeleri
Yıldırım Bayezid Hanın bir mahkemede şahitlik etmesi gerekiyordu. Padişah mahkeme ye geldi ve herkes gibi o da ellerini önüne bağlayıp ayakta bekledi. Devrin Bursa Kadısı Molla Fenari, padişahı süzdükten sonra;

“Senin şahitliğin kabul değildir. Zira sen namazlarını cemaat ile kılmıyorsun. Elinde imkanı olduğu halde cemaate gelmeyen bir kimse, yalancı şahitlik edebilir demektir.”

Bu itham karşısında herkes Yıldırımın hiddetlenmesini bekliyordu. Fakat o boynunu büküp mahkemeyi terk etti ve hemen sarayının yanına bir cami inşa ettirmeye başladı.

Şehid Oldu İki Gâzi...
Osmanlı Hikayeleri
Hasırcızade'den bir gün yeni Müslüman olmuş yoksul bir gayrimüslim için yardım istemişler. Mehmet Ağa da o zamanın en değerli parası olan iki tane "El-Gâzi" altını yardımda bulunmuş. Fakat arkasından bir nükte savurmadan edememiş:

 -Müslüman oldu bir Kâfir, şehid oldu iki Gâzi.


Tazıya Muska
Osmanlı Hikayeleri
Sultan Bayezid, şehzadeliği sırasında ava olan merakından dolayı cins tazılar besletirmiş. Maiyetinde bulunan sipahilerden birisi, şehzadenin gözüne girmek için cins bir tazı alır. Fakat ne talim yaptırdıysa, ne kadar uğraşdıysa nafile. Sipahinin tazısı bir türlü Şehzade Bayezid’in tazılarının hızına ve çevikliğine ulaşamaz. Sipahi, çareyi civarda yaşayan Buharalı Mustafa Dede’nin kapısında arar. Bir gün Kızılırmak’ta tuttuğu balıkları bir söğüt dalına dizip Mustafa Dede’nin kapısına dayanır. Kapıyı onbeş yaşlarında bir delikanlı açar. Bu, şeyhin oğlu Hamdullah’dır.

Delikanlı sorar:

-Babam evde yok, hacetiniz ne idi?

Sipahi boyun büküp der ki:

-Balıkları babanıza hediye getirmiştim. Tazıma muska yazdıracaktım.

Hamdullah bakar ki balıklar taze:

-Ağam, gam çekmeyin. Muskayı ben de yazarım, babamdan ruhsatım var, der.

Muska yazılır, tazının boynuna asılır. Artık sipahinin tazısı şehzadenin tazılarına göz açtırmaz. Nerede bir av varsa, ilk önce sipahinin tazısı avlar. Bayezid’in emri ile tazı huzura getirilir. Bakar ki boynunda bir muska asılı, emreder açtırır.

Muskada şunlar yazılıdır:

Tamah ettim semeğe (balığa)
Muska yazdım köpeğe
Ya geçsin tazıları
Ya dayansın köteğe..

Şehzade Bayezid muskanın macerasını dinledikten sonra yazının güzelliğine hayran olur. Hamdullah ile tanışıp dost olurlar. Sultan Bayezid Han’ın 1481’de tahta çıkmak için İstanbul’a giderken yanında götürdüğü Hamdullah, zaman gelir hat sanatının en büyük üstadlarından Şeyh Hamdullah olur.

Töredir Han'ım
Osmanlı Hikayeleri
Bir defasında da, Karacahisar'ın fethinden sonra ku­rulan pazardaki esnaftan vergi alınması yolunda, Os­man Gazi'ye Germiyan'dan birisi gelerek teklif verdi. Ve şöyle dedi:

-Han'ım bu töredir, bütün memleketlerde vardır ki padişah alır.

Osman Gazi sordu:

-Allah mı buyurdu? Yoksa beyler mi yaptılar?

O adam:

-Töredir Han'ım. Geçmişten kalmıştır, dedi.

Osman Gazi çok öfkelendi:

-Bir kişinin kazandığı başkasının olur mu? Kendi malı olur. Ben onun malına ne koydum ki bana akçe ver, diyeyim. Bre kişi, var git. Artık bu sözü bana söy­leme de sana zararım dokunmasın." dedi. "Bizim vilayetimizde üç lokma helal vardır. Biri madenIer, biri ver­gi, biri de savaşlarda alınan ganimettir. Bizim askeri­miz, gazi askeridir. Şimdi bunlara helal lokma gerektir. Kim askerine haram lokma yedire, o asker haram yiyen olur. Haram yiyenin de vefası olmaz, diye ekledi.

İşte, Padişahın hak gelirden başkasına iltifat etmediği görülmektedir. Bu yaklaşım ise, Osmanlı'yı cihan devleti yapmıştır.

Tövbe et çünkü ölümün yakındır
Osmanlı Hikayeleri
Sultan II. Murad Han vefatından önce bir gün gezmeye çıkmıştı. Bir köprü aşında bir dervişe rastladı. Selam verdi.

Derviş yaklaşıp:

-Hey padişahım! Tövbeye niyetlen, çünkü vâden yakındır! dedi.

Padişah, dervişe teşekkür edip dualarda bulundu. Kendisine ölümü hatırlatanı çok sever, Allahü Teâlânın rızası için yapılan nasihatleri can kulağı ile dinlerdi. Yanında bulunan İshak Beye dervişi sordu. Emir Sultan’ın müridlerinden olduğunu söyledi.

Emir Sultan’ın adını duyan padişah da:

-Bunda bir hikmet var” dedi ve tevbe-i nasuh etti. yanındaki bey ve paşalara dönüp:

-Yarın mahşer gününde şahit olun. İşte bütün günahlarıma tevbe ediyorum, dedi.

Dervişe izzet ve ikramda bulundu. Sonra geri dönüp sarayına gitti. Daha kapıdan girerken başına bir ağrı düşüp hastalandı. Her Müslüman gibi hazırladığı vasiyetnameyi çıkardı. Veziri Çandarlı’ya verdi. Vasiyetnamesinde, kendisinden sonra oğlu Mehmed’in Sultan, Çandarlı’nın da vezir olmasını arzu ediyordu. Vefat edince Bursa’ya götürülmesini ve orada medfun bulunan büyük oğlu Alâaddin Ali’nin yanına defnedilmesini istedi:

"Vücudumu doğrudan toprağa gömün. Cenâb-ı Hakk’ın rahmeti, yağmuru üstüme yağsın. Hükümdarlar gibi üstüme kubbe yapmayın. Mezarımın çevresinde Kur’ân-ı Kerim okuyanların oturması için yerler yapsanız yeter. Cuma günü defnolunmak arzumdur” dedi.

Mekke ve Medine fukaralarına gönderilmek üzere ve türbesi için kendi öz malından bir miktar para ayırdı.

Vasiyetinin sonuna doğru da şöyle dedi:

“Ve dahi vasiyet eyledik ki, bir yakut yüzüğümüz vardır, bir yanında deliği olup 95.000 akçeye alınmıştır. Ağırlığı bir miskalden ziyadedir. Onu satıp kabrimiz yanın da Kur’ân-ı Kerim tilavet edenlere sarf edeler. Tâ ki tükeninceye dek. Ve dahi vasiyet ederim ki, bir elmas taşlı yüzüğümüzü dahi satıp günde 70.000 kere kelime-i tevhid çektireler. Bir nice yedi gün buna devam edeler. Sonra satıp borcumuzu ödeyeler”dedi.

Vezirlerini şahit tutup her birine imzalandı. Üç gün hasta yattıktan sonra Hakk’ın rahmetine kavuştu.

Uğursuzluk
Osmanlı Hikayeleri
Avcı Sultan Mehmet bir gün adamlarıyla beraber akşama kadar bir keklik bile vuramaz. Bunun sebebini de, sabahleyin gördüğü bir dervişin uğursuzluğuna bağlar. Solaklara seslenir. Saraydan çıkarken, şu şu tipte, sivri külahlı, sırtı kambur birinin önünden geçtiğini söyler ve hemen bu adamı bulmaları emrini verir. Tarife göre Bektaşi babalarından ayyaş Hamza Babayı yaka paça huzura getirirler.

Sultan:

- Bre uğursuz, nabekar! Bugün sabahleyin karşıma çıktın. Bu yüzden akşama kadar bir ava rastlayamadım. Bu ne uğursuzluktur. Vurun kellesini...

Bektaşi bakar ki kelle elden gidiyor. Son bir dileğini açıklamak için söz alır:

- A devletlim siz beni gördünüz bir keklik vuramadınız. Ama insaf ediniz, benim de bugün ilk gördüğüm sizdiniz ve kellemi kaybediyorum. Söyleyin, uğursuzluk hangimizde!

Unutulmaz bir iftar çilesi

Osmanlı Hikayeleri
İlmiye sınıfından Şemseddin Efendi o akşamüzeri köşe penceresinin önünde oturmuş iftar saatinin gelmesini bekliyordu. Birden Rumeli Kazaskeri’nin at üzerinde ve çevresinde adamları olduğu halde sokak başında belirdiğini gördü. Allah Allah, bu civarda kimin konağına gidiyordu bunlar? Şemseddin Efendi pencereye yapışmış ve gözlerini daha da açmış bakarken, şaşkınlığı iyice arttı. Çünkü, kafile onun evinin önünde durdu ve kapı tokmağı vurulmaya başladı. Apar topar fırlayan ve önce hareme dalan efendi,

-Aman hanım! Rumeli Kazaskeri teşrif buyurdular. Ona göre sofrayı hazırlat! dedikten sonra merdiven başında gelenleri karşıladı.

Ama o da ne! Daha misafirler yerine oturmamıştı ki, Anadolu Kazaskerinin maiyeti ile birlikte çıkageldiği haber verilmez mi? Şemseddin Efendi tekrar hareme koşmak için seğirtirken, Eski Rumeli Kazaskeri, onun ardından üçer beşer ilmiye ricali sökün etti. her seferinde “Şunlar da geldi ha! Bunlar da geldi ha!” ihtarlarından bunalan anımı isyan etti:

-Ben bu sıkışıklıkta bu kadar adamı neyle, nasıl doyurayım? Bana ne, umduklarını değil, bulduklarını yerler!” dedi.

Üstelik de akın devam etmekteydi. Şimdi de Şeyhülislam Hazretleri, öncekilerden daha kalabalık bir maiyetle kapıdan girmekteydi. Varın Şemseddin Efendinin halini gözünüzün önüne getirin. Nefes nefese, kan-ter içinde kalmış. Daha kötüsü, bu kadar misafiri ağırlamak mümkün olmadığı gibi, tepesinden aşağı kaynar sular dökülüp duruyor. Tıklım tıklım dolan evde, değil yemek yiyecek, otura cak yer bile kalmamış. Ve iftara birkaç dakika kala son misafir arz-ı endam ediyor: suratında gülümseme, tavırlarında meramına erişmiş bir kimsenin rahatlığı farkedilen Veliefendizade... Şemseddin Efendi onu görür görmez, başını duvarlara vurmaktan zor alıkoydu kendisini. Ama bütün gücüyle direnmesine rağmen gözyaşlarının akmasına mani olamadı. Demek böyle bir oyun oynanacaktı ha... Nitekim ilk iftar topu atılır atılmaz, Veliefendizadenin iki adamı topluluğa seslendi:

-Buyurun efendiler gidelim!.. dışarı çıktıklarında, hemen bitişikteki konağın kapısı işaret ediliyor, orada bekleyen birkaç adam da gelenleri “Hoş geldiniz, safalar getirdiniz” sözleriyle içeri buyur ediyorlardı. Konağın odalarına ve sofalarına mükellef sofralar kurulmuş, göz kamaştıracak zenginlikte iftariyelikler hazırlanmıştı. Yatsı vaktine kadar bir sürü hizmetkar mekik dokuyarak çeşit çeşit enfes yemekleri taşıdılar. Sözün kısası, anlata anlata bitirilemeyecek bir iftar sofrasıydı bu.

Peki nasıl hazırlanmıştı bu oyun? Yakın dostu ve komşusu Veliefendizade, o akşam misafirleri için iftar hazırlıklarını, günlerce önceden yaptı. Fakat, Şemseddin Efendinin ağzından ilmiye sınıfının bütün ileri gelenlerine davetiyeler yazdırdı ve fakirhanesindeki iftar sofrasını şereflendirmeleri ricasında bulundu. Şeyhülislama bizzat kendisi giderek, “Şemseddin Efendinin, huzurlarına çıkmaktan teeddüp ettiği” bu sebeple kendisinin aracı olduğu gerekçesini uydurarak...

Bir ara Kazaskerlik makamında da bulunan Şemseddin Efendinin bu korkunç oyunu unutmadığı, affetmediği ve “O delinin kahrını çok çektim, hepsi helal olsun. Ama bana o akşam çektirdiği azaptan dolayı hakkımı asla helal etmeyeceğim” dediği rivayet olunur.

Üçünüzü de Öldürsün de Bizi Kurtarsın

Osmanlı Hikayeleri
Sultan Ahmed Hanım imamı ve hocası Mustafa Efendi'nin "Hocazade" namıyla maruf oğlu Mesut Efen­di ilmiye sınıfına girdiği sıralarda rütbesinin yükseltilme­si için kardeşiyle beraber Şeyhülislamı rahatsız eder ve saray adamlarına da devamlı surette şefaat ettirirdi.
 
Bunların baskılarına tahammülü tükenen Şeyhülis­lam Yahya Efendi bızar olduğundan:
 
-Allah hoca efendiye rahmet eylesin ki bu çelebileri okutmamış. Bu halleriyle bizi aciz bıraktılar. Ya tahsil etselerdi bunlara kim cevap verirdi? dedi.

Hocazade Mesut Efendi bir aralık kendisinden büyük bir rütbeye nail olunca haset eden kardeşi Ali Efendi, bi­raderini öldüreceğini annesine söyler. Kadın bu sözden ürkerek Şeyhülislam Yahya Efendiye müracaatla:

-Aman efendim, Ali'ye de biraderine verilen rütbe­den ihsan buyurun, Mesut'u öldürecek!" der.

Yahya Efendi birkaç kere:

-Korkma, öldürmez." derse de hanımı kandıramaz.

Söz uzayınca:

-Ah, kadın, nasıl öldürebilir? Öldürürse onu da öldürürler. Onlar ölünce sen de kederinden ölürsün. Fakat hanginiz o kadar şanslı, üçünüz de ölün de, biz elinizden kurtulalım!

Üstelik de Kırmızı Şemsiye!

Osmanlı Hikayeleri

Nezir Ağa adlı biri, Boğaz’dan geçen elçi kayığını Sadrazam Daltaban Mustafa Paşa’ya göstermek amacıyla onun yanına gelir ve şöyle der:

- Şu küstahlığa bakınız Paşam. Baldırı çıplak Frenkler, nispet yaparcasına Padişahımızın kullandığı iki kürekli kayığın aynısına binmişler. Üstelik de kırmızı şemsiye kullanıyorlar. Kadirşinas bir vezir nasıl olur da böyle bir rezalete sessiz kalır?

Sadrazam, hemen emir çavuşuna çağırarak emreder:

- Derhal denize açılarak şu gördüğümüz elçi kayığına yaklaşıp adamların başlarından şemsiyeyi, altlarından da kayığı çekip alın.

Çavuş, korku dolu gözlerle Sadrazam’a bakarak endişeyle sorar:

- Ama paşam, ya boğulurlarsa?

Paşa, şöyle cevap verir:

- Onu da ben düşünecek değilim ya, orasını da yüzmeyi öğretmeyen annesi ile babası düşünsün..

Valide Suyu
Osmanlı Hikayeleri
Sultan II. Osman zamanı. İstanbul’da Hacı Mehmed Efendi isminde bir tüccar vardı. Günün birinde, dinine bağlı bir hanım ile evlenmek istedi. Fakat alacağı hanımın şu üç şartı kabul etmesini istiyordu:

1-Sırtına giydiği siyah örtü, öldükten sonra tabutunun üstüne örtülecek
2-Beş vakit namazını zamanında eda edecek, velev ki ben yemeksiz kalayım
3-Cenâb-ı Hak evlat verir de ölürse, üzerindeki gelinlik ile benim önüme gelecek ve müjdeleyecek.

Bu şartlarla talip olduğu birinci hanım, ilk ikisini kabul etti ve üçüncüsünü kabul etmedi. İkinci olarak istediği hanım da ilk iki şartı kabul etmedi. Nihayet üçüncü olarak istemeye gittiği hanım, bu şartların üçünü de kabul etti ve Mehmed efendi onunla evlendi. Bu evliliğinden üç çocuğu oldu.

Fakat üçü de daha yaşlarını doldurmadan vefat ettiler. Hanımı söz verdiği gibi, herbirinin vefatında da gelinliğini giyerek efendisini karşıladı. Hacı Mehmed efendi de Cenâb-ı Hakk’a şükür secdesine kapandı. Üçüncü çocuğunun vefatında hanımının sol gözünden bir damla yaş aktı.

Çocuğun defninden sonra Mehmed efendi hanımına:

-Ey hatun! Giy bakalım şu başörtünü, dedi.

Hanımı da:

-Aman Hacı efendi!

Ben ettim, sen etme, diye yalvardı.

Mehmed efendi:

-Hayır hatun, kalbini bozma. Cenab-ı Hakk’ın izniyle şöyle ufak bir gezi yapacağız.

Otakçılardan çıkarak Topçular tarafına geldiler. Burada hanım susadı ve Mehmed efendiden su istedi.

Mehmed efendi de:

-Ey Hatun! Ben acizim. Cenab-ı Hak’tan iste, dedi.

Hanım da mübarek ellerini açtı ve gökten billur bir bardak içinde su geldi. İkinci defa tekrar istedi. Mehmed efendi, yine, ben acizim dedi ve hanım ellerini açınca gökten bir bardak su geldi. Üçüncü defa yine su isteyince, gökten bir nida geldi:

-Ey valide! Önümde muazzam bir nehir verdır ki, geçmeme imkan yoktur.

Mehmed efendi de bu sesi işitti. Hemen hanımına seslendi:

-Hanım! Ayağının sağ topuğunu yere vur!

Hanım, ayağını vurur vurmaz yerden su fışkırdı. Bu suya Valide Suyu denilir ve hâlâ akmaktadır. İçenler doyamaz. Fakat eve götürülürse birkaç gün sonra acılığından içilmez hale gelir.

Viyana'ya Soralım
Osmanlı Hikayeleri
Sinan Paşa, Avusturya'nın, vergilerini geç ödemesine kızar.

Elçiyi çağırıp sebebini sorunca, elçi:

-Viyana'ya soralım, der.

Bunun üzerine, kızan Sinan Paşa:

-Sizin gibi adi bir yazıcıyı elçi yapmak iktidarını Viyana kralına kim vermiştir? diye gürler.

Ama elçi de kızmış ve her şeyi göze alarak şöyle demiştir:

-Padişah senin gibi bir domuzu vezir yaptığına gö­re, beni niçin elçi yapmasın.

Vükela Meclisinde de Böyle Oluyor
Osmanlı Hikayeleri
Mithat ve Şirvanizzade Rüştü Paşa'lar, Yusuf Kamil Paşa'nın  Bebek'teki yalısında birlikte yemek yedikleri sırada Menas Efendi gelir. Gösterilen müsaade üzerine bir kenara oturur. Paşalar çilek yerken Kamil Paşa:

-Çileği dalgınlıkla tuza batırıp yedim, pek leziz oldu dedi.

Rüştü Paşa da çileği tuza batırıp yedikten sonra:

-Hakikaten pek leziz oluyor, demesiyle Mithat Paşa:

Menas Efendi işitiyor musunuz, deyince Menas Efendi:

-Çilek meclisinde zarar yoksa da, vükela meclisinde de böyle oluyor! cevabını verdi.

Ya Benim İmzam Onun Yazısının Altında Çıksaydı
Osmanlı Hikayeleri
Süleyman Nazif'in bir yazısının altında yanlışlıkla "Filorinalı Nazım" imzası çıktı. Buna pek sıkılacağını tahmin eden bir zat ona:

- Geçmiş olsun üstat, başınıza bir kaza gelmiş, dedi.

Süleyman Nazif:

-Evet, Allah'a şükür, ucuz kurtulduk doğrusu, diye cevap vermesi üzerine o zat hayretle:

-Nasıl ucuz kurtuldunuz? Yazınızın altında onun imzasını bir felaket telakki etmiyor musunuz? diye sorunca Süleyman Nazif dedi ki:

- Evet ama, düşünün, ya onun yazısı altında benim imzam çıksaydı.

Yemin Edeceğim
Osmanlı Hikayeleri
Koca Ragıp Paşa sadrazam iken bir gün ahbaplarına hitaben:

-Rüşvet almadığınıza yemin edebilir misiniz? dedikten sonra, oradakiler yemini billah ederek rüşvet almadıklarını söylerler.

Mecliste meşhur Haşmet de vardı ve bir köşeye çekilmiş sessizce duruyordu.

Ragıp Paşa,

- Haşmet, Rumeli de hayli mansıplarda bulundun. Sessizce durup yemin edemediğine bakılırsa bir hayli rüşvet almışa benzersin” deyince,

Haşmet:

- Sultanım, Müslümanlarda, yalan yere yemin edenler çatlar diye bir itikat vardır. Şimdi ben efendilere bakıyorum. Eğer çatlamazlarsa ben de yemin edeceğim” demiş.

Yoksa Sefir olurdum
Osmanlı Hikayeleri
Eski Hariciye mektupçularından Saffet Paşazade Refet Bey bir sefirliğe tayinini pek arzu ettiği halde mümkün olamamış. Her devletin de birinci rütbe nişanını da almıştı. Refet Bey sefirlik ve nişan sözü açıldıkça içini çekerek:

"Göğsümdeki nişanların ağırlığı beni yerimden kımıldatamıyor. Yoksa sefir olurdum!" dermiş.

Yunan Subayı ve Pir Emir Sultan
Osmanlı Hikayeleri
Bursa'nın Yunan işgâli sırasında, bir Yunanlı asker, Pîr Emîr'in türbesine girerek, ata biner gibi mezarın üzerine çıkıp, kötü sözler söylemeye başladı. O anda askerin ayakları kurudu. Feryâdı üzerine arkadaşları tarafından türbeden çıkarıldı. Durum Yunan komutanına bildirilince, Pîr Emîr'in türbesinin bulunduğu çevre Yunan askerleri için yasak bölge îlân edildi.Yine Yunan işgâli sırasında Pîr Emîr mahallesine bakan korucu, bir gün elindeki sopası ile Pîr Emir'in mezarı üzerine vurarak;

-Mâdem velîsiniz neden Yunanlıları Bursa dan kovmuyor sunuz? Bu nasıl velîliktir?..." şeklinde konuşunca, korucu rüyâsında Pîr Emir'i görür.

Pîr Emîr ona;

-Vatan ve iffeti korumak size âittir. Canlılar ne gün için var. Biz mi gerek, der.

Sonra korucuya bir tokat atar. Sıçrayarak uyanan korucunun ağzı çarpılır ve kısa zaman sonra ölür.

Yunan Yerine Yunmayan
Osmanlı Hikayeleri
Bütün Ortaçağ Avrupa'sı gibi, Yunanistan da en basit sağlık ve temizlik işlerinden mahrum bir ülkeydi. Şehirler açık çöplük, evler ahırdan farksız, insanlar alabildiğine kirli ve pasaklıydı .

Fatih Sultan Mehmed Han, bir gün hocası Molla Gürani ile sohbet ederken, söz bir ara Yunanlılara gelince durumu bir kelime oyunuyla dile getirdi:  

-Hocam, bunlar hiç yunmamışlardır. "Yunan" yerine  "Yunmayan" demek daha doğru olur." der.

Yunmak: Yıkanmak, yemizlenmek manasına kullanılır..

Zağarlar
Osmanlı Hikayeleri
1908 Meşrutiyet inkılabından sonra toplanmış olan Osmanlı Meclis-; Mebusanı'nda Malatya Mebusu Hacı Ahmed Efendi adında bir zat vardı. Bu, etliye sütlüye karış­maz, Meclis'te sessizce bir kenarda otururdu. Sadrazam Talat Paşa bunun ne düşüncede bir adam olduğunu öğrenmek merakına kapılmış ve birgün kendisine Meclis'in kahveha­nesinde oturup bir çay veya kahve içme teklifinde bulundu. Oradan buradan kendisini yoklayan Talat Paşa'ya Hacı Ahmed Efendi:

"-Paşa!." demiş. "Uğraşma, ben memleket işlerinden anlamam. Malatyalı bir çobanım!"

Talat Paşa:

"-Hayır. olamaz. Senin memleket meseleleriyle alakalı olarak birtakım görüşlerin olmasaydı bizim arkadaşlarımız (irti­hat ve Terakkı erkanı) seni listeye yazıp mebus (milletvekili) seçtirip buraya göndermezlerdi. Senin de memleketin siyaset ve idaresi üzerine elbette birtakım düşüncelerin vardır." diye ısrar edince Malatya Mebusu Hacı Ahmed Efendi kendisine başından geçen şu vak'ayı anlatmış:

-'Paşa" demiş. "Ben gençliğimden beri çalışarak bin koyunluk bir sürü meydana getirdim. Ancak kendim de ihtiyarladım. çocuklarımı çağırıp dedim ki:

-Evlatlarım! işte size mükemmel bir sürü! .. Alın idare edin! Ben artık işle güçle alakadar olmayacağım."

Onlar da elimi öpüp ayrıldılar ve sürüyle meşgul olmaya başladılar. Lakin bir kaç gün sonra gelip dediler ki:

"-Baba sen hiç kurda koyun kaptırır mıydın?"

  "-Hayır" dedim ve sordum.

"-Ne oldu, niye soruyorsunuz?'"

-Baba biz her gece kurtlara bir veya iki koyun kaptırıyoruz." dediler. Kendilerine sürünün idaresinde ne değişiklik yaptıklarını sordum.

Dediler ki:

"-Baba! Sen bize sürüyü dört zağarla (çoban köpeği) teslim ettin. Biz tecrübesiziz. Ola ki; bu dört zağarla böyle kala­balık bir sürüyü koruyamayız diye dört tane yeni zağar aldık."

Onlara, geceleri uyumayıp bu yeni zağarları kollamalarını ve ne görürlerse gelip bana anlatmalarını tenbihledim. Ertesi günü gelip anlattıkları şaşılacak bir şeydi:

"-Vadiye bir dişi kurt geliyormuş. Onun uluması üzerine yeni zağarlardan biri sürüdeki yerini bırakıp gidip onunla düzüşüyormuş. Bu zağarın bıraktığı boşluktan istifade eden bir erkek kurt da gelip sürüden bir koyun kaparak dişinin yanı­na getiriyor ve birlikte afiyetle yiyorlarmış."

Kendilerine dedim ki:

"-O zağarı vurup öldürün!'" Öyle de yaptılar. Lakin bu hikaye devam etti. Diğer yeni zağarlar. telef olanın yerine aynı işi yapıyormuş. Onları da bu suretle teker teker vurdurttum.

Bu defa şaşılacak bir şeyoldu. Aynı işi bizim eski zağarlar yap­maya başlamış. O zaman anladım ki; bu zağarlar bu meraneti birbirlerine öğretip aşılıyorlar: Kendilerine dedim ki:

"-Hiç kendilerine sürü emanet edilmemiş dört tane yeni zağar bulun. Onları bizimkilerin yanına getirmeden ayrı bir yerde tutun. Sonra bizimkiler; de teker teker vurup öldürün. Artık zağarsız kalmış olan sürüyü eski zağarlarla koklaşmamış olan o dört yeni zağara teslım edin." Böyle yaptılar. Mes'ele halloldu. "

Bu sözleri dikkat ve .alakayla dinleyen Talat Paşa Malatya Mebusu Hacı Ahmed Efendi'ye şu tenblhte bulunmak ihtiyacını hissetmiş:

"-Hacı Efendi! Ola ki Efendimiz (İkinci Abdülhamid Han) da seni çağırtıp memleket ahvali hakkında fikrini sorar. Sakın O'na bu hikayeyi anlatma !. .. "

Kadir Mısıroğlu, İthaflı Fıkralar